Ne olmuş bu memleketin hâli?
Hep ne olacak bu memleketin hâli denilerek şimdi ihmal edilir ve gelecek şımartılır. Bu yazıda şimdi’ye, olana bitene derhal ve hemen şimdi bakalım. Yazıda bahsedeceğim tipleri ekranlar, medya ve sosyal medya kanalıyla illa görüyor ve dolayısıyla hemen her gün bir veya bir kaçına muhatap oluyorsunuz. Onlarla sadece aynı ülkede değil, aynı gezegende olmak ağrınıza gidiyor. Aynı tür içinde anılmak ta…
Yoksa
siz de onların yarattığı kaostan beslenen kötü bir ruh musunuz?
Yoksa
siz de her işi, gücü bırakıp tartışarak yaşayanlardan mısınız?
Kalemi
klavyeyi aniden sizin alnınıza doğrultmam hepimizin bu anlamda kendini
sorgulayarak yazıyı okumasını sağlamak amacını güdüyor. Anlayınız…
Yaşamış
olmalısınız; ruh özene bezene taşıdığı ilahî coşkuya zarar vermeye kalkışana
kem bakıyor. Pozitif enerji diye anılıp durulan yaşama sevinci, ilahi neşe ve
huzuru garip bir çekememezlikle karşılayana şaşırıyor. Yalan değil, kaostan
beslenen ve huzursuzluk aşılayanların fark etmediği bir huzurda yaşadığımız...
Fakat bu sanıldığı gibi adaletsizliği hiçe saymanın ve bencil bir konfora
saklanmanın değil, adalet için elinden geleni yapmaya çalışmanın huzuru. En
azından küçük planda, kendi hayatlarımızda bunu sağlamayı gözetmenin verdiği
dinginlik… Bütün gücünü harcamış olmanın zenginliği... Sonuçta kabul etsek de
etmesek de adaleti var edenin, insana teklif edenin ve nihai ve mutlak olarak
gerçekleştirecek olanıh Huzuru’ndayız. Hiçbir zaman nasılsa gerçekleşecek olan
İlahi adalete yaslanarak burada, hemen şimdi olması gereken adalet çabalarını
uzaklara da ertelemeden…
Bu
prensiple oluşturulan hayatlar hâliyle popüler seçimlerin uzağında nefes
alabiliyor. Mesela kaostan beslenen canavarlaşmış insanların en çok sevdiği ve
günlük dozlarını almadan yaşayamadığı tartışma, tartışarak yaşama o popüler
seçimlerden biri ve en çok seçilen- sevileni…
Bir
kere ülkemizde tartışmayan, hele siyasi konularda tartışmadan yaşayanlar
yaşayanlardan sayılmıyor. Hatta mücadele etmeyen, pasif bir savaş kaçağı,
korkak olarak kabul edilip dikkate alınmayanlar safına ayrılıyor. İlginç bir
nüans da var! Ahlaklı, ilkeli, insanca tartışmak da tartışmadan sayılmıyor. Hem
politik olacak hem de koşulsuz ve ahlaksızca yapılacak. O zaman gerçek bir
savaşçı olarak anılıyor ve farklı sektörlerde bu özelliğinizden dolayı popüler
olabiliyor ve pek tabii ki acayip para da kırıyorsunuz.
Bu
hayatlarda tartışmak yaşam biçimi olmuştur, yaşamı ayrıntıları ile tartışmaktan
yaşayamayacak hâle gelmişlerdir. Sanırım her ayrıntıda tıpatıp, aynı düşünmek
ve davranmak zorunluluğuna inandırılmış kel ve fodul bir kölelik biçimi yaşam
biçimi olagelmiş. Bir de her bir taraf tek doğru olanın hiç değişmeme şartıyla salt
kendi “düşüncesi” olduğuna inatla inanmış durumda. Ellerinde farklı düşünce ve
yaşamların olabileceğine verebilecek ihtimalleri hiç kalmamış. Keskin ve
kararlılar. Israrlı ve hınçlı koşulsuz karşıtlık, ayrışma çukurunda debeleniyorlar.
Tartışmaları
ilkesiz, ahlaksız ve neredeyse yaşamın kendisi olarak gerçekleşiyor. Ne kadar
bilgili, entelektüel addedilen konumda olurlarsa olsunlar bu değişmiyor. İnsan
olma konumunu kaybettikleri için olmalı ki; diğer konumlarını, kazanımlarını,
sözüm ona saygınlıklarını yerle bir edecek derecede kendilerini kaybetmiş
durumdalar.
Tartışırken
samimiyetle hakikatin ortaya çıkması için saf bir merak ve ancak bilgili olduğu
konuda kararınca ve üslubunca konuşmak, saygıyla susmak filan yok. Aynı anda
bağırıyor ve sadece karşılarına aldıklarını değil, kendilerini de
duymuyorlar. Ortamda kişisel de değil
grup ego şişkinlikleri ve benlik olamamış çakma bizlikler geğirmesi var. Kötü
koku var.
Ne
bayram, ne sevinç, ne kutsal zamanlar, ne birlik beraberlik hiçbir değer onları
bundan vazgeçiremiyor. Halbuki daha doğru olana açık olmak gibi bir samimiyet
olmadığı sürece her tartışmadan, aptalca cebelleşmelerden uzak yaşamak da
farklı bir oruç/kendini tutma biçimi. Hadi oruç tutmuyorsun, oruca saygın da
hiç yok. Kendini tutmak, kendine hakim olmak hiçbir dine inanmasan da
insanlığın ortak erdemi değil mi?
Biz,
sizin gibi tartışmayanlar, ahlaksızca tartışmayanlar, sanatçı olduğu hâlde bir
politika hayvanı gibi, politika robotu gibi her kutuplaşmada öfkeyle ve
çirkinleşerek ille kendini hatırlatmayanlar olarak bir savaş kaçağı değiliz.
Korkak hiç değiliz. Ağzımız, kalemimiz, klavyemiz sizden iyi laf da yapar. Fakat
güzel bir niyet ve yalnızca hakikatin ortaya çıkması amacını güden bir
samimiyetin olmadığı ve kalmadığını gördüğümüz hiç bir tartışma için boş yere
enerji israfı yapılmamalıya inanırız. Bu inançla ve kaosa kürek çekmemek için
susarız. Bu erdemle üslubu bozmayız.
Onun
yerine gider, sükunetle yapmamız gereken bir değişim, dönüşüm eylemine koşarız
kendimizi. Gerisin geriye insan soyluluğumuzu tüketmek, kurutmak değil, ileriye
doğru yeşerme amacımıza binaen.
Neden
tartışmayı tartışma konusu yaptım? Bir iskelesindeyim İstanbul’un. Ya da bir
marketinde. Veya çarşıda pazarda. Bir kültürel, sanatsal etkinlik ortamında.
Hatta güya entelektüel bir ortamda… Bağıra çağıra politika konuşuluyor. Laf
geçiriliyor. Göndermeler gırla. Etrafı rahatsız etme endişesi hiç yok. Koskoca
yetiş/kin/memişler gürültüsü. İçerik yok.
Hep
bir duyurma ve kavgayı körükleme çabası. Hep bir ergenlik hâlleri eşek kadar
olmuşlarda.
Din
veya ideoloji fark etmez bütün görüşlere karşı mahcubiyet duyuyorum. İnsanların
çoğu bir şeye inanmayı ve neyse inandığı onu sapasağlam yaşamayı bırakmış onun
yerine birbirinin yaşamayışına sövüyor, laf geçiriyor. Ayrışma ve kavga üstüne
kurmuş kendini ve genini... Yazık.
Dosdoğru
bir hayat algısı veya sapkın bir ideoloji için bile onu yüklenecek, kanıksayıp
yaşatacak dürüstlükte insan yoksulluğu doluyor her yere. Sokağa, caddeye,
meydanlara ve bunların sanal muadillerine…