Ne hayattan, ne hayalden olamıyoruz
Bazen kalem yürür satırlarda. Tuşların kanadında anlam havalanır klavyeden. Bazen sen, ben kalem oluruz. Yaşarız. Asıl kayıtlarımız yaşadıklarımızdan tutulur. Kimilerimiz hayatı bir de deftere, temize çeker. Yazar deniliyor onlara. Fakat hepimiz yaşayarak yazarız aslında. O sakallı ve yaşmaklılarımızdan öğrendiğimiz "amel defterimizi" yazmaya çıkarız. Günlük tutar gibi. Hayat bizi sokağa gönderir. Düşündüklerimizi bir koşu yaşamaya. Fakat pek çoğunu yaşayamadan titreye titreye döneriz kurulu düzenlerimize. Yaşamak zordur, yazmaktan, eli klavyesinde olanlar için. Satırlar sakin ve bencildir. Sokaklar, caddeler, meydanlar öyle değil. Ah sevgili yazarımız. Fikir çilesinin meydanı devasa olsa da, burnun bundan dolayı nefsinden kurduğun hayali zirvede üşüse, donsa da, düşüncelerin yaşamanın, emeğin, zahmetin hodri meydanına çıkmadıkça küçülür, ufalır, yok olur gider.
Yazmak illa hayattan tecrit gerektiriyor. Yaşamakla aralarında gizli bir geçimsizlik var. Fakat ne onunla. Ne onsuz. Malzeme almak için yaşamaya çıkan kalem erbabı, çok geçmeden o malzemeyi sayfalara işlemek için illa soran gözlerle önüne dikilmiş bir ekranın donukluğuna maruz kalır ve henüz can çekişen bir iki sıcak cümle, derken işte bir kaç paragrafı iliştirir.
Kalem ve sarı sayfalar daha edepliydi sanki. Tam gözümüzün bebeğini baskılamazdı. Bakışlarını sağa sola kaçırır, sökülüp gelmesi konusunda mürekkebi kendi haline bırakırdı. Şimdi öyle mi ya! İri iri bakan bir ekran var. Yazmazsan bıraktığın boşluğa sen düşüyorsun.
Keşke sadece gökyüzü ekranımız olsa ve havaya, suya, toprağa, ağaca filan yazsak dediğimiz oluyor çokça. En çok bilgisayar ekranına baktığımızda, zihnimizden gelen bir şelale olmadığı müddetçe sıkıntıdan yalancıktan çişi gelmiş bir çocuk gibi kıpırdamaya başlıyoruz.
Hayatın akan yanına karışmayı seviyorum. Bana yaşattığı sürprizlere tepki vererek yaşadığımı hissetmeyi. Yaşanılarak yazılan "amel defterlerini" şimdiden, aşikare karıştırmayı... Bir seyahat servis aracına bindiğimde gündüz gezici türkü evine binmiş gibi oldum ilkönce. "Yalancı baharın yalan şeyi" diyordu daha evvel hiç duymadığım bir şarkıda. Sonra "Ömrümü verdiğim zalim, sende insanlık diye bir şey kalmamış" diye devam ediyordu. Bildiğin bir kavga esnasında sarf edilebilecek cümleler malum garip bir bestenin içine bir parça kafiyeli olarak yerleştirilmişti. Yani beddualarla dolu bir kavga şarkı kalıbının içinde bir güzel edilebiliyordu. Sanata olan, esere olan saygı ile de bir çeşit muhafaza ediliyordu. Doğrusu orda burada yapılan kavgalar bu formatta yapılabilir ve en azından karşılıklı sanat saygısı çerçevesinde kişiler dokunulmazlıktan yararlanabilir diye düşünmeden edemedim(!) Tam bu hayalin provaları için muhayyileme farklı sahne dekorlarını yerleştirmeye başlamıştım ki; canhıraş bir pop müzik le kulaklarıma koştum. Bazı müzik parçaları hakikaten kıyamet koparan cinsten. Yutkunmuş bir ömrün sabrının taşı vermesi gibi. Yok. Onun gibi değil. Ayak uçlarından kamyon ezip geçiyormuş gibi. Bu da olmadı. Betimleme de ayrı bir dert. Yapmadan olmaz şimdi. İyi yazmamış derler ele güne karşı. Hah. Buldum. Tavuk kümesine tilkinin sürpriz yaptığındaki o an gibi. Evet, evet tam ona benziyor.
Çok uzun süre dolmuş bekleyen bir emmi, hususi şoförümüz olan diğer emmiye "Bizim güzergahın şoförü geberdi mi?" diye soruyor. Sesinde mağduriyetin siniri... Bu arada içerdeki müziğin havası değişiyor. Çoğu şarkılar gibi bu da arabesk ve yine derdi günü aşk ve intizar... Sanki müzik; layıkıyla yaşanamayan her bir şeyin sığınma evi. Hayatta ihtiyarlatılan, "erzel-i umr"e ulaştırılan her bir şeyin biraz çocuklaştığı bir huzur evi...Ya da huzursuzlukların.
Bahariye Mevlevihane'sine söyleşi için ilerlerken, birazdan derinine inmeye çabalayacağım büyük bir su00fbre'den dinlendiriyorum zihnimi... Bakara... İnsanın hakiki bilgi kaynağına karşı dosdoğru muhatap olmayışına, bir nevi hayvanlığına, "sığırlıkları ve türevleri"ne değinen bu su00fbre, bizi insan "ol"maya çağıran uzun bir yolculuk.
Hayat ise başka bir tıngırtı. İç dünyamızla, dış dünyamız birbiri ile kavga etmeden saklambaç oynuyor böyle böyle. Ne hayattan, ne hayalden olamıyoruz. Ne yaşamadan yapabiliyor, ne düşünmeden yaşayabiliyoruz.
Dedim ya hayat akıyorken gelişigüzel o suya, o azizliğe sokulması güzel. Bir kenara çekilip bir "Yazarım ben, yazmalıyım!" diye kasılmaktansa, böyle ayak arasında dört pati-bi' kuyrukla ezilme korkusu içinde hayata sürtünerek bir olayın gözlerinin içine bakması... Güzel. Yaşamak için düşünmesi. Düşünmek için değil...Yaşamak için yazması. Yazmak için değil...