Nato'nun varlık sebebi.
İkinci Dünya Savaşı’nı takiben Amerika
Birleşik Devletleri liderliğinde Sovyetler Birliği'nden kaynaklandığına
inanılan varoluşsal güvenlik tehdidini caydırmak amacıyla kurulan NATO'nun en
önemli varlık sebebi Sovyet tehdidini Batı Avrupa coğrafyası dışında tutmaktı.
NATO'nun Avrupa kıtasındaki askeri
varlığı Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa’nın güvenliğindeki başat aktör
konumu da meşrulaştırdı. Bu aynı zamanda Almanya'nın silahlan(dırıl)ması
neticesinde ortaya çıkabilecek güvenlik endişelerini de en aza indirdi.
Almanya’nın statüsü ve askeri güç
imkânları NATO ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde her zaman çok
önemli olurken, Soğuk Savaş yıllarında ilişkiler iki blok arasındaki dengesinin
ve karşılıklı garanti edilmiş güvenlik temelinde gelişti.
NATO'nun ilk askeri konsepti yoğun
karşılık verme stratejisi üzerine bina edilmişti. Buna göre, Sovyetler
Birliği’nden kaynaklanması muhtemel konvansiyonel ya da konvansiyonel olmayan
(genelde nükleer) tehditlere karşı NATO krizin herhangi bir aşamasında nükleer
silahlara başvurarak cevap verebilecekti.
Sovyetler Birliği’nden
kaynaklanabilecek tehditlere, tehdidin türü ve şiddetine paralel cevap
verilecek, nükleer silahların kullanılması hemen ilk etapta düşünülmeyecekti.
Amerika Birleşik Devletleri toprakları
doğrudan Sovyet saldırısına açık hale gelince Amerikalı liderler olası krizleri
tırmandırmak yerine Avrupa kıtasına hapsetmeyi kendi çıkarları açısından daha
doğru görmeye başladı. Bu durum NATO içinde ABD ile Avrupalı müttefikleri
arasında güvenlik tehditlerinin tanımlanışı ve Sovyetler Birliği’yle
ilişkilerin niteliği konusunda çatlaklar oluşturdu.
Bazı Avrupalı müttefikler Amerika
Birleşik Devletleri’nin NATO üzerinden sunduğu nükleer caydırıcılığı sorgulamaya
başladılar. Fransa'nın 1960 yılında kendi nükleer silahlarını geliştirmesi ve
1966 yılında NATO'nun askeri kanadından ayrılması bu arka plan ışığında daha
iyi anlaşılabilir.
Sovyetler Birliği’nin hem
konvansiyonel hem de nükleer yeteneklerini çok hızlı geliştirmesi, NATO’nun
Avrupalı müttefiklerini Amerika Birleşik Devletleri’ne nazaran daha fazla
endişelendiriyordu. Olası bir savaşta en fazla yıkımı Avrupa kıtası
yaşayacaktı.
Amerika’nın göreceli korunaklı coğrafi
konumu ve elindeki üstün askeri yetenekleri, Sovyetler Birliği’ne karşı daha
sert ve şahin politikalar izlemesini kolaylaştırırken, Avrupalı müttefiklerin
Sovyetler Birliği’ne olan coğrafi yakınlıkları ve askeri olarak kendi
imkânlarından çok NATO'nun imkânlarına bağımlı olmaları onları Sovyetler
Birliği’ne karşı daha uzlaşmacı ve karşılıklı bağımlılık odaklı politikalar
izlemeye yöneltiyor.
Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle
birlikte NATO, yeni tehditlere karşı yeni stratejik konseptler geliştirme
ihtiyacı duymuş ve coğrafi anlamda sorumluluk alanını genişleterek kapsamlı bir
güvenlik organizasyonu haline gelmiştir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO'nun
genişleme süreci devam etmiş ve Karadeniz'e kıyısı olan eski Sovyet Cumhuriyeti
devletlerinin batıya yaklaşmalarından faydalanarak bölgede önemli bir avantaj
elde etmiştir. Bu durum, bölgedeki güç mücadelesini artırmış ve Karadeniz
bölgesinin jeopolitik önemini daha da artırmıştır.
NATO'nun genişleme politikaları, bölge
ülkeleri arasında güvenlik endişelerine yol açmaktadır. Realist bir perspektifle
değerlendirildiğinde, Rusya Federasyonu'nun güvenlik açısından öncelikli
gördüğü coğrafyada Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşadığı değişimler, tehdit
algısının şekillenmesinde ve bu bölgeye yönelik politikalarını artan bir
hassasiyetle oluşturmasında etkili olmuştur.
Özellikle Karadeniz bölgesinde
yaşadığı stratejik liman kayıpları ve NATO üyeliği sonrasında Bulgaristan ve
Romanya'nın nüfuz alanından çıkması gibi faktörler, Rusya'nın güvenlik
kaygılarını artırmış, bölgedeki güç mücadelesi, NATO ve Rusya Federasyonu
arasında çeşitli araçlar üzerinden gerçekleşmiştir. NATO, Romanya ve
Bulgaristan'da askeri üsler kurarak etkinliğini artırmaya çalışmaktadır.
Zira ABD, Karadeniz'deki etkinliğini
artırmak amacıyla bölgede daha fazla askeri varlık bulundurma çabası içindedir
Her ne kadar Türkiye’nin Nato’daki
konumu asil beş daimi üyeden İngiltere Franksiyonuna bağlı bir konumda olsada,
bölgede Montrö Sözleşmesi'nin getirdiği denge rejiminin korunması önemli bir
konudur ve görünen şu ki, bölge ülkeleri özellikle Türkiye ile Rusya
Federasyonu, NATO'nun bölgeye girmesini istikrarsızlaştırıcı bir unsur olarak
değerlendirmektedir.
Bölgede güvenlik ve istikrar
konularında dikkatli bir denge ve işbirliği politikalarının benimsenmesi
gereklidir.
En önemlisi, Bölgedeki enerji arzı
konusunda Rusya federasyonunun gücünü sınırlamayı hedefleyen AB, doğalgaz
ithalatında büyük ölçüde Rusya'ya bağımlılığını azaltarak enerji tedarikini
çeşitlendiren projelere destek verme amacındadır. Enerji kaynaklarının
çeşitlendirilmesi ve tek bir kaynağa olan bağımlılığın azaltılması, bölgedeki
diğer devletlerin enerji güvenliği için de önemlidir.
Bu durumda Ak deniz deki enerji
potansiyeli ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması konusunun ne kadar
hayati önemde küresel bir proje olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.