NATO'nun Saha Alanı
Ukrayna uzun süre devam eden görüşmelerin ardından, İngiliz ve ABD yapımı uzun menzilli silahların kullanılması için Batı ülkelerinden beklediği onayı alınca 20 Kasım Çarşamba günü uzun menzilli bir seyir füzesi olan İngiliz yapımı Storm Shadow'u ilk kez Rusyaya ateşlemişti.
Bu füzeler Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy'nin ekim ayı başlarında bir Avrupa turu sırasında Kiev'in müttefiklerine sunduğu "zafer planınında" kilit rol oynayan planlardan biriydi aslında.
Bunun Üzerine Rusya'nın deneysel hipersonik balistik füzeyle Ukrayna'nın merkezi bir şehrine saldırması ve yaklaşık 33 aydır devam eden savaşı tırmandırmasının ardından NATO ve Ukrayna acil bir toplantı yapma kararının alınmasını sağladı.
Natonun acil kodla Apar topar toplanma kararı üzerine
Batı'ya seslenen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin açıkça batıyı tehdit ederek savaşın farklı bir boyuta girebileceğinin sinyalini verdi.
Uzun bir zamandır Nato’nun fonksiyonsuzluğu’nun iddia edildiği bir dönemde Varlık sebebinin hatırlanması pek caydırıcı olabileceğine yorumlanmasa da misyonundan gelen varlık sebebi yabana atılmamalıdır.
Zira; İkinci Dünya Savaşı’nı takiben Amerika Birleşik Devletleri liderliğinde Sovyetler Birliği'nden kaynaklandığına inanılan varoluşsal güvenlik tehdidini caydırmak amacıyla kurulan NATO'nun en önemli varlık sebebi Sovyet tehdidini Batı Avrupa coğrafyası dışında tutmaktı.
NATO'nun Avrupa kıtasındaki askeri varlığı Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa’nın güvenliğindeki başat aktör konumu da meşrulaştırdı. Bu aynı zamanda Almanya'nın silahlan(dırıl)ması neticesinde ortaya çıkabilecek güvenlik endişelerini de en aza indirdi.
Almanya’nın statüsü ve askeri güç imkânları NATO ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde her zaman çok önemli olurken, Soğuk Savaş yıllarında ilişkiler iki blok arasındaki dengesinin ve karşılıklı garanti edilmiş güvenlik temelinde gelişti.
NATO'nun ilk askeri konsepti yoğun karşılık verme stratejisi üzerine bina edilmişti. Buna göre, Sovyetler Birliği’nden kaynaklanması muhtemel konvansiyonel ya da konvansiyonel olmayan (genelde nükleer) tehditlere karşı NATO krizin herhangi bir aşamasında nükleer silahlara başvurarak cevap verebilecekti.
Sovyetler Birliği’nden kaynaklanabilecek tehditlere, tehdidin türü ve şiddetine paralel cevap verilecek, nükleer silahların kullanılması hemen ilk etapta düşünülmeyecekti.
Amerika Birleşik Devletleri toprakları doğrudan Sovyet saldırısına açık hale gelince Amerikalı liderler olası krizleri tırmandırmak yerine Avrupa kıtasına hapsetmeyi kendi çıkarları açısından daha doğru görmeye başladı. Bu durum NATO içinde ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında güvenlik tehditlerinin tanımlanışı ve Sovyetler Birliği’yle ilişkilerin niteliği konusunda çatlaklar oluşturdu.
Bazı Avrupalı müttefikler Amerika Birleşik Devletleri’nin NATO üzerinden sunduğu nükleer caydırıcılığı sorgulamaya başladılar. Fransa'nın 1960 yılında kendi nükleer silahlarını geliştirmesi ve 1966 yılında NATO'nun askeri kanadından ayrılması bu arka plan ışığında daha iyi anlaşılabilir.
Sovyetler Birliği’nin hem konvansiyonel hem de nükleer yeteneklerini çok hızlı geliştirmesi, NATO’nun Avrupalı müttefiklerini Amerika Birleşik Devletleri’ne nazaran daha fazla endişelendiriyordu. Olası bir savaşta en fazla yıkımı Avrupa kıtası yaşayacaktı.
Amerika’nın göreceli korunaklı coğrafi konumu ve elindeki üstün askeri yetenekleri, Sovyetler Birliği’ne karşı daha sert ve şahin politikalar izlemesini kolaylaştırırken, Avrupalı müttefiklerin Sovyetler Birliği’ne olan coğrafi yakınlıkları ve askeri olarak kendi imkânlarından çok NATO'nun imkânlarına bağımlı olmaları onları Sovyetler Birliği’ne karşı daha uzlaşmacı ve karşılıklı bağımlılık odaklı politikalar izlemeye yöneltiyor.
Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte NATO, yeni tehditlere karşı yeni stratejik konseptler geliştirme ihtiyacı duymuş ve coğrafi anlamda sorumluluk alanını genişleterek kapsamlı bir güvenlik organizasyonu haline gelmiştir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO'nun genişleme süreci devam etmiş ve Karadeniz'e kıyısı olan eski Sovyet Cumhuriyeti devletlerinin batıya yaklaşmalarından faydalanarak bölgede önemli bir avantaj elde etmiştir. Bu durum, bölgedeki güç mücadelesini artırmış ve Karadeniz bölgesinin jeopolitik önemini daha da artırmıştır.
NATO'nun genişleme politikaları, bölge ülkeleri arasında güvenlik endişelerine yol açmaktadır. Realist bir perspektifle değerlendirildiğinde, Rusya Federasyonu'nun güvenlik açısından öncelikli gördüğü coğrafyada Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşadığı değişimler, tehdit algısının şekillenmesinde ve bu bölgeye yönelik politikalarını artan bir hassasiyetle oluşturmasında etkili olmuştur.
Özellikle Karadeniz bölgesinde yaşadığı stratejik liman kayıpları ve NATO üyeliği sonrasında Bulgaristan ve Romanya'nın nüfuz alanından çıkması gibi faktörler, Rusya'nın güvenlik kaygılarını artırmış, bölgedeki güç mücadelesi, NATO ve Rusya Federasyonu arasında çeşitli araçlar üzerinden gerçekleşmiştir. NATO, Romanya ve Bulgaristan'da askeri üsler kurarak etkinliğini artırmaya çalışmaktadır.
Zira ABD, Karadeniz'deki etkinliğini artırmak amacıyla bölgede daha fazla askeri varlık bulundurma çabası içindedir
Her ne kadar Türkiye’nin Nato’daki konumu asil beş daimi üyeden İngiltere Franksiyonuna bağlı bir konumda olsada, bölgede Montrö Sözleşmesi'nin getirdiği denge rejiminin korunması önemli bir konudur ve görünen şu ki, bölge ülkeleri özellikle Türkiye ile Rusya Federasyonu, NATO'nun bölgeye girmesini istikrarsızlaştırıcı bir unsur olarak değerlendirmektedir.
Bölgede güvenlik ve istikrar konularında dikkatli bir denge ve işbirliği politikalarının benimsenmesi gereklidir.
En önemlisi, Bölgedeki enerji arzı konusunda Rusya federasyonunun gücünü sınırlamayı hedefleyen AB, doğalgaz ithalatında büyük ölçüde Rusya'ya bağımlılığını azaltarak enerji tedarikini çeşitlendiren projelere destek verme amacındadır. Enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve tek bir kaynağa olan bağımlılığın azaltılması, bölgedeki diğer devletlerin enerji güvenliği için de önemlidir.
Bu durumda Ak deniz deki enerji potansiyeli ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması konusunun ne kadar hayati önemde küresel bir proje olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.