"Namus" sofrası
Söz; namustur…
Hakikati savunmak; namustur…
Görevini hakkıyla yapmak; namustur…
“Maarif müdürü bana
kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu anlatmıştım. Kadastro’da
işi olan bir köylü bir istida vermiş, bir müddet sonra da cevap istemiş. Ne
cevabı denince: “ Basbayağı cevap vereceksiniz! Mecbursunuz! Kanun var!” diye
dayatmış. Sormuşlar araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini anlayınca maarif
müdürüne şikâyet etmişler.” (Sabahattin ALİ, Asfalt Yol)
Hak aramak suç…
Şikâyet, ağlamak yasak…
“Serbest sıtma ve verem, mahpus gümrükte ilaç”
Balığın kavağa tırmandığı tarih, en muteber, en bilimsel tarih…
Farklılıklar, “rejimsel krizlere” yol açar, koruma ve kollama
süreçlerini doğurur idi.
Demokrasi, hukuk ve
çağdaşlık adına
işlenen suçların hesabının sorulamadığı bir zeminde hayat nasıl devam edebilir?
“Şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit
edenlerin” kurduğu bir sofra; Kurtlar Sofrası ya da Şeytan Sofrası’dır.
Halil İbrahim
Sofrası’na Nemrutlar oturamazlar…
Tarihi, geçmişin masalı
olmaktan kurtaran; ondan ibret alınmasıdır.
Çünkü Allah’ın kanunlarında değişiklik yoktur.
Bundan dolayı “Adalet
mülkün temelidir.”
Bu “adalet” sadece
mahkemelerle sınırlı değildir; hayatı
kapsar.
Güneşin ve aynı yerden doğup batması, mevsimlerin birbirini
takip etmesi, gezegenlerin aynı yörüngede belli bir hızda dönmesi, her nefsin
ölümü tatması; adalettir.
Adalet, en büyük
hakikattir ve varlığın sebebidir.
Şaşmaz…
Mutlaktır.
Yaşananlar, yaşanmışlıkların
devamıdır.
Zaferler de ihanetler
de…
Milletin mukadderatını sofralarına meze yapmaya kalkışanların
taktikleri hiç değişmedi: Suret-i haktan
görünmek…
İstiklâl Harbi’nin en büyük düşmanı, mandacılık değil miydi?
Gerekçeleri de “ Düşman güçlü. Biz bu savaşı kazanamayız.
Boşuna kan dökülmesin. Himaye kabul edilsin.” idi.
İstiklâl Marşı, bu zihniyete karşı milletin direniş
kalesidir.
12 Mart 1921’de kabul
edildiğinde, Yunan, Ankara’ya dayanmıştı.
21 ay sonra Lozan görüşmeleri başladı.
24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması imzalandığında kazanılan ve
kaybedilenin muhasebesi yapılamadı.
Trabzon mebusu Ali
Şükrü Bey’in 27 Mart 1923’te katledilmesi de muhasebe yapmak isteyenlere bir gözdağı
idi.
Bugünkü, Suriye, Ege adaları, Kıbrıs gibi meselelerin temeli
budur.
Her on yılda bir rutine
dönüşen darbeler de buna dâhildir.
15 Temmuz’un arkasında da bu mandacı zihniyet var.
Lozan görüşmelerinde Musul, Kerkük, Adalar, Boğazlar çözüme
kavuşturulamadı.
1571’de fethedilen, 1878’de Ali Suavi’nin Çırağan Darbe
Girişimi hengâmesinde İngiltere’ye kiraya verilen ve 1914’te İngiltere’nin
resmen çöktüğü Kıbrıs gündeme bile alınmadı.
Ama 1974’te şartlar, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı mecburi hale
getirdi.
Lozan’da Boğazlar, limanlar ve demiryollarının tasarrufu da Türkiye’ye
verilmedi.
Ne kazanıldı?..
Bu vahamet, 13 yıl sonra Montrö ve Hatay anlaşmalarıyla, 46
Sonra (1959) Zürih ve Londra Anlaşmalarıyla telafi edilmeye çalışıldı.
Türkiye’yi Kıbrıs’ta garantör devlet yapan hükümetin
başbakanı ve dışişleri bakanını asarak intikam alanlar, bugün de kurdukları
“namus sofrasında” terör örgütleri ve ecnebilerle gizli-açık iş birliği yapmaya
devam ediyorlar.
20 Temmuz ve 14 Ağustos 1974’te yapılan Kıbrıs Barış
Harekâtı’na karşı olanların Barış Pınarı Harekâtına da karşı olmalarının, 15
Temmuz Zaferi’ni “tiyatro, kontrollü” diyerek küçümsemelerinin, yok saymalarının,
perdelemelerinin, milletin iradesi üstünde irade aramalarının arka planında
işte bu mandacılık vardır.
Fikir fahişelerinin
namusu…