Namaz İbadeti 1
İmam Cafer es-Sadık (ra):
(Bizi
yaratmakla) Allah’ın bizden bir muradı var, bir de bizimle (yani var olmamızla)
bir muradı var. Biz, bizden olan muradına dikkat ettik, lakin bizimle neyi murad
ettiğini ise ihmal ettik, demiş.
Bu ihmal de asırlarca
“nasıl?”a dalıp çıkamadığımız için ve şekli kutsayıp hikmetleri ihmal
ettiğimiz için meydana geldi. Oysa “nasıl?” sorusunun yerine “ne?” ve “niçin?”
sorularının cevaplarını aramakla ilahi muradın “bizimle olan” kısmını
öğrenebilirdik.
Her şey, “Niçin
ibadet ediyoruz, etmeliyiz?” sorusunun, “Nasıl ibadet etmeliyiz?”
sorusuna dönüşmesi ile başlamasa da, ibadet bilincimizin kaybolmasının sebebi
büyük oranda bu sorulardan sadece “nasıl”ı esas ve maksat olarak kabul
etmemizden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Halbuki bizim için aslolan ve
ibadetimizi değerli ve anlamlı kılan kulluğumuzun hikmetiydi. Nasıl kulluk
edileceğinin formu zaten belliydi lakin ibadetin sebeb-i hikmeti merak
konusu olmalıydı. Maalesef “niçin?” sorusunu soranlar çok kere ya
tekfir edilerek, ya tecrid edilerek ya da te’dip edilerek susturuldular.
Hiç
unutmuyorum, 1981 yılıydı, Seydalar köydeki evimizin bahçesinde toplanmış, abdest
ile ilgili (fıkhi) bir meseleyi tartışıyorlardı. Bir Seyda “İbn-i Hacer Haytemi
böyle demiş”, diğeri “İmam Nevevi şöyle demiş”, bir diğeri “İbn-i
Abidin demiş ki” deyince diğeri, “İbn-i Abidin Hanefi’dir”
itirazında bulunuyordu. Bahçede 8 Seyda ve en az 20 köylü akrabamız vardı. Yazın
son günleri akşamın geç saatlerinde havaların soğumasından dolayı saat 23.30
gibi odaya geçtiler. Kitaplar odaya taşındı, saatlerce süren tartışma bir
sonuca bağlanmadan sabah namazı kılındı. Evimizden 80 metre ötede bulunan
Cami’ye (tartışmanın hararetinden dolayı) gidemeyen Seydalara rahmetli Haci
Kâzım Yılmaz Amcamız, biraz da espriyle, “Bildiğim kadarıyla Allah cc işi
zorlaştırmamış, Resulullah da as işi karıştırmamış. Neden bu kadar
tartışıyorsunuz?” dedi. Hala hayatta olan Seyda Mela Hasan Yıldırım Amcamız
gülerek, “Babanızın başı için bu gecenin en doğru sözü bu sözündü” dedi.
Demem o ki
biz “pire kanını” tartışmakla, “Kamet getiren müezzin kametten hemen
sonra kafir olursa kamet yenilenmeli mi?” gibi sorulara cevap aramakla
kendimizi öyle heder ettik ki Alemlerin Rabbi Allah Tebarek Teala’nın “bizimle
muradını” unuttuk. Unutmayanların önemli bir kısmı da bu konunun kıyısında
dolaşmaktan öte bir şey yapma imkânı bulamadı.
Bakınız,
Farklı
rivayetler olsa da Hadis-i Şerif ve kitaplara göre dünyamıza 124 bin
peygamberin gönderildiğine inanıyoruz. Bu peygamberler (Allah’ın Selamı üzerlerine
olsun) birkaç on bin yıllık “insanlaşma” serüvenimizde ya yeni bir kitap
getirmişlerdi ya da önceki kitaba tabi olmak suretiyle halkını Allah’a çağırıp,
ıslah etmeye çalışmışlardır.
Ancak,
Peygamberlerin
binlerce yıllık bu kutlu mücadelelerinden geriye doğru baktığımızda da, geriden
ileriye doğru baktığımızda da insanlığın Nebevî irşada layık, buna uygun bir
yerde durduklarını söyleyemiyoruz. Bunca peygamberin mücadelesinin sonucu hiç
de iç açıcı değil.
Acaba, bir “ahlak
mücadelesi” olan nebevî tebliğ ve örneklik hiç yaşanmasaydı insanların dün
olduğu gibi bugün hatta gelecekteki durumları bugünden ne kadar kötü olabilirdi,
sorusunun cevabını düşünmeden edemiyoruz.
Allah’ın cc bunca
peygamber göndererek insanlardan istediği bu muydu? Ve insanlık ailesinin geldiği nokta
bu kadar mı olmalıydı?
Elbette ki
hayır.
Geçen gün arkadaşlara
bu yazımdan bahsederken, çok sevdiğim, değer verdiğim ve alanında çok başarılı
Tıp Profesörü bir arkadaşım yukarıdaki sorumu şöyle cevapladı:
Hocam, sen Doğu
Asya ülkelerini, husûsen de Çin’i görmüş olsaydın bütün olumsuzluklara rağmen
dinlerin insanlar üzerindeki olumlu etkisini daha net görebilirdin. Semavi
dinlere sahip Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin onlardan farkı dinlerinden
kaynaklanıyor, dedi. İsabetli oluşundan kuşku duymadığım bu tespit kanaatimi olumlu
yönde pekiştirse de on binlerce peygamberin çabasının ürünü bundan ibaret
olmamalıydı diye düşünüyorum.
Neticede din
tertemiz geldikten sonra insanların arasına karışmalıydı. Bu karışmada insanların,
toplumların, yöneticilerin nitelikleri, kabiliyetleri, anlayışları vs. dine
rengini katar. Hayatın akışı içerisinde kimi konularda dinin nezafeti
insanların an’ane ve menfaatleriyle karışmaktan kurtulmaz: bunun adı artık “dinî
olan” olur. Elbette kıyamete dek safiyetini koruyan dinlerin tevhid, ahlak,
ibadet konuları bizler için “değişmemiş din”dir lakin bu alanlarda da
-ilk halini korumakla birlikte- kimi farklı anlayışların olmadığını
söyleyemeyiz. Örnek olarak, “yalan ve yalan söylemenin caiz olduğu yerler”
konusunu, namazın Şia ve Ehl-i Sünnet mezhepleri tarafından kabul edilen farklı
vakitlerini verebiliriz. Hatta itikadî olarak Mutezile, Şia ve Ehl-i Sünnet mezheplerinin
imanın şartları konusunda bile kimi farklılıklar barındırdığını biliyoruz.
Yazı dizisi
olarak yayımlamayı düşündüğümüz Namaz/salat, Oruç, Hac ve Zekât konularında da
durum aynı: içerikten yoksun, şekle indirgenmiş ve şekil kutsanmış. Dolayısıyla
bunca “abid”e rağmen İslam dünyası manevi çöküntü içinde. İşin daha acı
yanı bu çöküntüyü kendimizden, inancımızdaki sığlıktan kaynaklandığını
düşünemeyecek halde oluşumuzdur.
İbadeti:
a-şekil
merkezlilikten kurtarmadıkça,
b-kâr-zarar
denkleminin dışına çıkarmadıkça ibadet bilincinden söz edemeyiz. Elbette ibadet
etmek insana kazandırır: güzel ahlak, bilgilenme, hayırda sebat gösterme
dünyamıza güzellikler katmıyor değil. Ancak ibadet, Allah’a duyulan muhabbetin,
O’na olan bağlılığın ifadesi, O’na hamd ve şükrün edası olarak görülmelidir.
İbadet, Allah Teala’nın kendisini bize sevdirmesinin, bizi kendisine kul olarak
layık görmesinin bizlere düşen minnettarlık, teşekkür ve hamdıdır.
İbadeti, “Ben
ibadet ederim, Allah da işlerimi rasta getirir” zaviyesinden değerlendirirsek
değersizleştiririz ibadeti de kendimizi de.
Devam edeceğiz inşaAllah…