Mutezile ve Kelam
Müslümanların tarihi tecrübesinde kelam Mu’tezile ile başlamıştır
denilebilir. Nitekim mütekaddimin kelamcıların Mu’tezileden olduklarını
bilmekteyiz. Fakat Mu’tezile’nin İslam dünyasında çok sağlıklı bir şekilde
kritik edildiği kanaatinde değilim.
Mu’tezile’nin erken dönem müslüman toplumlarda ortaya çıkmasının
iç ve dış sebeplerini iyi tespit etmek gerekmektedir. Biz müslüman toplumlarda
bir şekilde vücut bulmuş mezhep, grup ve cemaatleri kendi ontolojik
varlıklarının dışında tarihin bir anında sorulan soru(n)lara verilmiş cevaplar
olarak gördüğümüzden meseleye bir de sosyolojik olarak bakma gereği
duymaktayız.
Hz. Peygamber’in (SAV) irtihalinin ardından Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer döneminde insan ve sivil öncelikli bir yönetim oluşturulmaya çalışılmıştı.
Özellikle Hz. Osman’ın ikinci döneminde kabile merkezli devletin bir mülk
olduğu fikrinin ağırlık bastığı yönetim belirginleşti. Nitekim
ümeyyeoğullarının eskiden varolan yönetim ve liderlik iddiası Hz. Muaviye’nin
Hz. Ali ile arasındaki gerilim sonucunda devleti mülk edinen anlayışın
Emevilerle birlikte kurumsallaşmasıyla sonuçlandı.
Aslında İslam dünyasının o günden bu yana insan ve devlet
arasındaki ilişkilerdeki bu ruh fazla değişmedi. Meselâ, Farabi’nin siyaset
felsefesine baktığımızda “evrende Tanrı, bedende kalp neyse toplum ve devlette
de lider o demektir” cümlesiyle özetleyebileceğimiz bir anlayış daha baskındır.
Bunda belki biraz da İbrahimi dinlerin özelde devlet ve insan arasındaki
ilişkiyi “çoban” metaforu ile anlatması etkilidir. Bu konu ayrı bir yazının
konusu olduğu için daha derin analizi sonraya bırakalım.
Emevilerin egemenliği sağlamak adına otoriter bir yönetim
sergilediğini bilmekteyiz. Bu bağlamda yapılan şikayetler karşısında Emevilerin
resmi düzeyde “olan şeyin kaderdir” şeklindeki kader tanımları kendilerini politik
olarak meşrulaştırma amacı taşımaktaydı. Burada bir özne olarak müminin iradesi
ve seçimleri de, otoriterliğin kurbanı haline gelmişti. İşte daha uzun vadede
Mu’tezile’nin ortaya çıkışının ilk sebeplerinden birisi budur. Bilindiği üzere
Mu’tezile’nin “insan fiillerinin yaratıcısıdır “argümanı, son kertede
Emevilerin Cebri doktrinlerine karşı verilmiş bir cevaptı.
Mu’tezile’nin ortaya çıkışının ikinci önemli sebebi de dış
kaynaklıdır. Nitekim Hz. Ebubekir döneminden itibaren başlayan fetih hareketleri
bir coğrafi genişleme yarattığı kadar, farklı kültür, din, mezhep ve felsefi
görüşlere sahip insanlarla da karşılaşmayı sağlamıştır. Her karşılaşmanın açık
ve örtük biçimde bir meydan okuma olduğu düşünüldüğünde, İslam inancının
insanlığın ortak akıl ve bilgi kategorileri içerisinde ifade edilmesi zarureti
kelam denilen ilimle karşılanmıştır. Doğrusu dinin felsefileşmesi çabalarından
birisi de budur.
Mu’tezile’nin “islam rasyonalistleri” şeklindeki adlandırmaları
biraz da bu içeriğe yöneliktir. Doğrusu Mu’tezile için böyle bir tanımı kabul
etmesem de, onların yaşadıkları dönemin sorunlarına çözümler bulmak üzere
kendilerini doktrinleştirdiklerini düşünmekteyim. Fakat Mu’tezile bu şansını
iyi kullanamayarak tam da itiraz ettiği toplumsal ve politik otoriterleşmenin
Abbasi’lerde Mihne ile öznesi olmuşlardır. Bu yönünü eleştirmekle birlikte,
Mu’tezile’nin İslam dünyasında takip edilmesi ve yeniden yapılandırılması
gereken fikirsel bir patika açtığını düşünmekteyim.
İçinde yaşadığımız post/modern
dönemde özgürlük, adalet vb. kavramların toplumsal hassasiyetleri yeniden
yükselmiştir. Ayrıca “insan” merkezli olan post/modern düşüncenin kendi
teolojisini insanı merkeze alarak yazdığını görmekteyiz. Bunun karşısında henüz
kurumsal dinlerin özgürlük, adalet ve insan konusunda ihata edici yeni bir
öneri getiremedikleri gerçeği önümüzdedir. Dolayısıyla Mu’tezile de dahil tüm
itikadi kelam ekollerinin bu gözle bir tahlili zorunlu görünmektedir.