Mütefekkir- Mimar Serkan Akın ile Beton Dökülmemiş Bir Sohbet!
Deprem Felâketi’nin ardından “Kentsel Dönüşümle Birlikte Kırsal Dönüşüm” başlığı altında bir dizi yazı kaleme almış, ekranlarda bu konuyu işlemeye gayret etmiştik.
Bizler, yüzelli yıldan
fazla süredir, Yüce Allah’ın “tarım yapılsın” diye yarattığı arazilerin
üzerlerine beton dökerek, fıtratla savaşmaya kalkıştık!..
Biz böyle yaptık ve ne
yaptıysak fatura olarak çıktı karşımıza.
Tarım alanlarımıza kıydık,
denizlerimize, akarsularımıza, trilyon çeşit canlımıza kıydık…
Köyümüze, mahallemize,
sokağımıza, esnafımıza, nefesimize-bereketimize kıydık…
Anneliğimize, babalığımıza,
akran-akrabalığımıza, komşuluğumuza, diğergâmlığımıza, dilimize, tarihimize,
medeniyetimize kıydık…
Ceddimizden miras kalan ne
varsa, hepsine kıydık…
Ve bugün geldik, bir
noktaya dayandık.
Şimdilerde, tefekkür
halindeyiz galiba…
Zeminimiz yarılırken…
Betonlar üzerlerimize
yıkılırken…
“Acaba biz ne zaman altlarında kalacağız?” diye, rüyalarımız kâbuslara dönüşürken…
“Milyonların olsa, o
‘kıyamet provası’ ortamda bir şişe su alamazsın!” diyerek cüzdanımızdaki paralara bakarken…
Deprem enkazlarından
sonra, sel baskınlarına kaptırdığımız evlâtlarımız için yanarken...
Üzerlerine betonlar
döktüğümüz topraklarımızın, her yanımızı “çamur
deryası” haline getirirken...
Bütün bu acıların
ortasında “o parti bu parti, o bunu dedi bu bunu dedi” diye birbirimizi yerken…
Bu hallerdeyken…
Acaba,
“Güzel yarınlarımızı” inşa
edebilir miyiz?
Geçtiğimiz haftalarda bu
konular üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştık ki, araya şu berbat politika girdi.
“Meral Akşener”in tuhaf halleri,
politikanın berbat çekişmeleri…
Bir de, şu bildik “aday
adayı” muhabbetleri, karşımızda sırıtıp duran tipler…
Derken…
Biraz uzaklaşmışız esas
meselemizden…
Mimar Serkan Akın’ı bu köşeye misafir etmiştik, hatırlayanlar vardır.
“Kadim Medeniyetimizin” inşa
ve ihya zenginliğini bugünlere taşımaya çalışan bir Mimar-Mütefekkir.
Ülke TV Canlı Yayını’nda da birlikteydik kendisiyle,
söyledikleri büyük ses getirmişti de…
“Politika” kaka-fonisinde boğulmuştu o sesler…
Neyse ki, biz ihmal etsek
de üzerine gidenler var meselenin.
Lacivert Dergisi’nin Mart 2023 Sayısı’nda Sena Subaşı’nın Mimar
Serkan Akın ile söyleşisi yer alıyor.
O geldi önümüze…
Okuduk, istifade ettik.
Milat’ımızın siz kıymetli
okuyucuları da istifade etsin istedik.
Geniş bir özetini
buyurunuz efendim:
KENTLERDE EVSİZLEŞEN
İNSANLAR!
Mimar Serkan Akın:
-Şehirleşme değil,
kentleşme. Ev ile apartmanın, mahalle ile sitenin, şehir ile de kentin aynı şey
olmadığını bilmemiz gerekiyor. Apartman
betornarme ile inşa edilip 15-20 kata kadar çıkabilen tanımadığımız insanlarla
kat mülkiyeti üzerinden kurduğumuz zorunlu ortaklıktır. Oradaki finans
durumu, rant ve yüksek mühendisliğe dayalı sistem sizi nesne kılar. Ev ise
gönülde inşa edilmeye başlanan, geleneksel malzemeyle ve teknikle, yöreye uygun
yapılan, müstakil olan şeydir. Dolayısıyla
kentlerde insanlar önce evsizleşir. 1930’lu yıllarda bir gazete haberini
söyleyeyim; “Halk apartmana rağbet
ettiği için evlere ilgi azaldı.” Etrafı güvenlik duvarlarıyla çevrili,
kameraların, kapıda güvenlik görevlilerin olduğu, misafirlerin telefon ederek
eve girebildiği bir sistem ise sitelerdir. Havuz vardır ama herkes havuza
girmez, palmiye ağacı vardır ama biber ya da domates yetiştiremezsiniz, kedi
köpek bulunur ama tavuk ya da horoz besleyemezsiniz. Yani site, tasarlanırken
sizin hiçbir ihtiyacınızın dikkate alınmadığı ve hiçbir ihtiyacın
karşılanmadığı, marka ve reklam değerinin, ticari amaçlarını daha önemli olduğu
bir yerleşim şeklidir. “
BİRİLERİ “MAHALLE BASKISI” DER, BİZ “MAHALLE DAYANIŞMASI” DERİZ!
Mahalle ise sağında ve
solunda birbirini tanıyan 40 ev olarak adlandırılan, demografik ve sosyolojik
örgüyü daha insani erdemle kurduğunuz bir alandır. Birileri mahalle baskısı derken biz mahalle dayanışması deriz.
Yaşam örgüsünün biyolojiye, ihtiyaçlara, coğrafyaya, krizlere, ibadetlere göre
hazırlandığı ve hep birlikte yönetebildiğimiz bir formdur mahalle. Kimsenin bir
diğerinin güneşini, ışığını, yolunu kesmediği bir “barış hukuku”nun mekânsal karşılığıdır. Bu mahallelerin yıldız
kümeler halinde bir araya geldiği, merkezde ulu bir caminin, çarşının ve
üretimin yer aldığı, yeşilliklerin evlerin bahçelerinde yetiştiği, ezan sesiyle
toplanılıp mescitte topluca namazın kılındığı yerdir şehirler. Şehirlerde
sokakta kalan, dilenen olmaz. Daha zenginlerin yaşadığı mahalleler vardır fakat
toplumsal çatışma yaşanmaz. Şehirlerde çarşıdan evin yürüme mesafesi kadar
olması vurgulanır çünkü şehir, sınırlandırılan yerdir. Büyüklüğü
sınırlandırılmadığı anda orası kentleşmeye başlar.
BİZİ
BÖYLE DÖNÜŞTÜRDÜLER!
(..) Kentler oluşurken neler
değişti? Önce anlam dünyamız ve kavramlarımız, üretim şekillerimiz ve sonuç
olarak düşüncelerimiz değişti. Geleneksel teknikle, çarşıdaki zanaat bilgisiyle
ve insani ölçekle üretilen, markanın değil kalitenin önemli olduğu, depolama ve
lojistik maliyetinin vatandaşa aktarılmadığını, ahlaklı ve erdemli bir şekilde
ticaretinin yapıldığı şehirler dönüşüme uğradı. 1850’lerden itibaren ilk sanayi
devrimiyle birlikte Paris’in, Londra’nın ve Avrupa’nın birçok kentinde binlerce
insana bir odada birden fazla ailenin yaşadığı, hiçbir insani ihtiyacın
karşılanmadığı mevcut şehir stokunun içinde apartman ödül olarak sunuldu.
Fabrikalardan üretilen, öznenin makine olduğu, ustalık bilgisinin işçiliğe
döndüğü, tek elde toplanan üretimin insanları da tek bir yere toplandığı, sonuç
olarak da çok katlı apartmanların inşa edildiği, insanların üst üste gettolar
halinde yaşadığı bir kent formu ortaya çıktı. Kapitalist dünyada paranın, kârın
ve teknolojik atılımların mutlaklaştırıldığı ve bunlar arttıkça insanlığın
gelişmediği, sadece buna sahip olanların amaçlarına biraz daha yaklaştığı bir
dünyada kentler ontolojik olarak hiçbir probleminin çözülememesi üzerine
kurgulanmaya başladı. Bir diğer yandan Suudi Arabistan’da, BAE’de, Çin’de ve
dünyanın belli yerlerinden “smart kentler” inşa edilmeye başlandı. Mesela şu an
Çin’de inşaatı bitmiş bomboş fantastik şehirler var. Smart kentler, dijital
medeniyete hiçbir itirazı olmayan, aile, din, milliyet gibi insani ölçekteki
hiçbir değeri kabul etmeyen, mega kentlere göre çok az insanların yaşayacağı
bir projedir. Gelecek öngörülerinde bir ütopya olarak bu kentleri görebiliriz.
(Bizim buralara gelince)
Kentleşme politikalarını Tanzimat
ile birlikte Mithat Paşaların Osmanlı’da payitahtta bulvarlar açmaya ve tarihi
binaları yıkmaya yönelik imar faaliyetlerinden başlatabiliriz. Diğer yandan
1900’lü yıllardan önce insanlar evlerini geleneksel teknikle yapabilirken beton
hayatımıza hızlıca girdi. 1903’te Paris’te bir betonarme teknolojisi ürünü olan
apartmandan birkaç yıl sonra İstanbul’a da betonarme uygulamaları başladı. “İstanbul nasıl Paris’e benzer?”
hikâyesi üzerinden İstanbul’un kentleşme politikası başlamış oldu. İstanbul’da
yaşayan “İstanbullu” Beyaz Türkler ise paşa dedelerinden
kalan konakları ve ahşap İstanbul evlerini betonarme apartmanlar inşa etmeleri
için kat karşılığında müteahhite vermeye başladı. Tek bir ailenin yaşadığı bu
Türk evleri 10-20 daireli apartmanlara dönüşürken kendileri Bağdat Caddesi,
Suadiye tarafındaki yazlık köşklere ve konaklara taşındılar. 1960’lardan sonra
yeni imarlarla birlikte köşklerin bahçelerine lüks apartmanlar yapılmaya
başlandı. 2000’lerden sonra 10 katlı olan apartmanların, 20 kata çıkması için
mücadele verildi.
BETONARME TEKNOLOJİSİ… ÖLDÜREN BAĞIMLILIK!
Geleceğe dair alternatif
yaşam modeli olarak şunu söyleyebilirim ki büyük kent yaşamından vazgeçmek,
kentlerimizi ufaltarak bu mekânları şehre çevirmek, üretim sistemlerini
olabildiğince geleneksele döndürerek bağımlılıktan kurtulmayı sağlamak
gerekiyor. Bugün betonarme teknolojisi
öldüren bir bağımlılık haline geldi. Teknoloji geliştikçe insanlığın
gelişmediğini, yalnızca teknoloji üretenlerin amaçlarına biraz daha
yaklaştıkları görüyoruz. Bizim kendi ayaklarımız üzerinde durmamız gerek.
Bundan 250 yıl önce başlattıkları Sanayi Devrimi ile birlikte dünyanın
hanedanlıklarını yıkan ve ulus devletlerini inşa eden küresel güç şimdi ulus
devletlerini yıkmaya çalışıyor. Büyük kaosların ulus-devletlerin mevcut yönetim
anlayışıyla yönetilmesi mümkün değil. Mesela Konya’da kilometrekare başına
50-55 kişi yaşarken İstanbul’da bu sayı
2 bin 600. İstanbul’da deprem olsa Konya’nın tamamı gelse bize yardım edemez.
Bu yönetilebilir değil çünkü. Kentin ontolojisi itibarıyla hiçbir
problemini çözemez ve yönetilemez derken tam da bundan bahsediyoruz. Kentler
nasıl küçültülür peki? Öncelikle bizim ev inşa etme konusunu finansal ve
teknolojik yaklaşımdan uzaklaştırmamız gerekiyor. Evin kolayca inşa edildiği,
herkesin olabildiğin[1]ce müstakil bir yaşama sahip olabileceği bir forma
ihtiyacımız var. Kentleşmenin karşılığında bize kalan tarihi kentler ve kırsal
alanlar. Bizim bu yapılara kültür varlığı olarak bakıp onlara yakın olmamız
gerekir. Toplumların geleceği geleneksel düşünce, geleneksel teknik ve
geleneksel mimaridir.
Ben İznik’te ahşap
taşıyıcılı kerpiç tuğlalı kireç badanalı geleneksel bir Türk evini tamamıyla
sıfırdan inşa ettim. Ülkemizde geleneksel teknikle ev inşa etmek mevzuata
uygundur. Ruhsat ve iskân alınabilir. Arsa problemi yoktur. Geleneksel teknikle
bir ev inşa etmek betonarme bir ev inşa etmekten pahalı değildir. Yeterince
usta ve malzeme vardır ….”
*
Okudunuz…
Mimar Serkan Akın, bizi “öğrenilmiş çaresizlik” bataklığından
çıkartmaya çalışıyor.
“Aynı fiyata lüks bir apartman dairesi mi, geleneksel mimarimizden
müstakil bir ev mi?” sorusunu bir ay evvel sorsaydınız, yüzde 90
‘ilkini” tercih ederdi.
Bugün ise durum biraz
değişti gibi.
Şimdilerde, köylerimizi,
mahallelerimizi, sokaklarımızı, esnaflarımızı, komşularımızı, akrabalarımızı,
evlerimizi arıyoruz…
“Kaybolan samimiyetimizi”
arıyoruz.
Bu yolda yürürken “ışık” tutanlardan Mimar Serkan
Akın’a teşekkürler.
Lacivert Dergisi’ne ve Sena Subaşı’ya da teşekkürler,
Bunca karmaşanın arasında,
kıymetlerimizi görebilmelerinden dolayı.