Müteal/aşkın
Aslında insanlar tanrı inancını hep taşımışlardır. Değişik ifade ile kahir ekseriyetin tanrısı daima olmuştur. Bu hususta ayrım tanrının varlığı yahut yokluğu üzerinden değil, tanrı tasavvuru konusunda yaşanagelmiştir.
Kur’an’ın bize bildirdiğine göre
Allah her kavme bir uyarıcı göndermiştir. Ama aynı Kur’an bütün bu
uyarıcılardan değil sadece İbrahim’i çizgiden bahseder. Diğer bir ifade ile
serüveni İsrailoğulları merkezli anlatır.
Neden?
Zannımca “tanrı” tasavvuru hakkında en çetin çatışmaların geçtiği yer bu
topraklardır da ondan.
Tasavvurlardan ilki vahye
dayanan inanıştır. Allah peygamberleri vasıtasıyla kendisi hakkında kullarının
anlayabileceği kadarını aktarır. İnsanlar kendilerine bildirildiği gibi iman
ederler. Bu Tanrı’yı inanç esaslarından
hareketle anlamaya çalışan ilahiyat/teolojidir.
Ama bir zaman gelir ki tanrı aklileştirilir. Yani aklın ilkeleri
doğrultusunda anlamaya çalışılır. Mesela klasik Grek felsefesinde
böyledir. Bu hal sonra vahiy kaynaklı
dinlere de sirayet eder.
Bunun en güzel örneği
Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlık doğar doğmaz kaynağından uzaklaştırılıp Batılı
hale getirilince Tanrı tasavvuru ya Platon merkezli ya da Aristo merkezli
olarak düşünülmeye ve tasvir edilmeye başlanmıştır.
St.
Augustinus bu
işin üstatlarından en önemlisidir. O Hıristiyanlıktaki “Tanrı” inancının Yunan
Felsefesinin verileri ile ne kadar uyumlu olduğunu göstermeye çalışır.
Hakeza Yahudilik içinde aynı durum söz konusu olmuştur. İsrailoğulları
yaşadıkları tarihi sıkıntıların etkisiyle Hz. Musa’nın getirdiği Tanrı inancını
değiştirip kavimlerinin ulusal tanrısı
haline getirmişlerdir.
Bu anlayışlardan ilkine müteal/aşkın Tanrı kavrayışı derken
diğerine doğal/içkin Tanrı tasavvuru
denilmektedir.
Aynı yaklaşımlar arasındaki
çatışma günümüz dünyasında da en şedit bir şekilde sürüyor. Kur’an, Allahualem belli bir gelenek
çizgisindeki peygamberlerden bahsederek bu çatışmanın tarihi seyrine
dikkatlerimizi çekmeyi amaçlıyor. Çünkü ileride bu tanrı tasavvurlarının
mücadelesinin devam edeceği hatta günümüz imkânları vasıtasıyla at başı
varlıklarını sürdüreceği hususu Allah tarafından malum olan bir husustur.
Kısacası günümüzde de hâkim olan
Tanrı anlayışları müteal/aşkın ve doğal/içkin şeklinde iki ana başlık
altında toplanabilir.
İkincisine felsefenin tanrısı da
denilebilir.
İlk cümlemize tekrar dönelim. Evet,
insanlarda tarih boyunca mutlaka bir tanrı yaklaşımı olmuştur. Olmuştur çünkü
doğada görülen çokluk fark
edilmeyecek gibi değildir.
Keza yine bu çokluk bir kaos/kargaşa
değil kozmos/düzen göstermektedir. Bu da farkına varılmayacak bir keyfiyet
değildir.
O zaman insanlar şu hususu
düşünmüşlerdir: Tabiattaki bu çokluğun
ve bu çokluk üzerinde sağlanan düzenin nedeni nedir?
İlk dönem Yunan düşünürleri bu
düzenin altında yatan tek bir
ilkenin/arke var olduğunu düşünmüşlerdir. Doğa filozofları denilen bu
düşünürler farklı felsefi görüşler ileri sürmüşlerse de bir konuda müşterek
neticeye ulaşmışlardır.
O müşterek şudur:
Tabiatın arkesini, ilk nedenini
izah ederken yine tabiatın kendisini referans almaları. Thales için “su”,
Anaksimandros için “aperion”/sınırsız belirlenemez, Anaksimenes için “hava” ilk prensiptir. Dikkat edileceği üzere
burada ontolojik ve metafizik yaklaşımdan ziyade kozmolojik yaklaşım bahis
konusudur.
Elbette bu yaklaşımların hepsini
aynı kefede değerlendirmek mümkün değildir. Mesela Milet Okulu materyalist/ fizikçi bir düşünceye sahipken Elea Okulu ise “varlık”a maddeden değil
madde üstü prensiplerden çıkarak idealist bir metotla izahat getirmiştir.
Parmenides bu bağlamda “düşünülen dünya” ve “duyumsanan
dünya” ayrımına dayanır. Duyumsanan yani beş duyu ile algılanan dünya oluş-
bozuluş dünyasıdır. Burada hep değişim ve akış yaşanır. Düşünülen dünya ise
değişmeyen, sabit kalan gerçek ve ebedi olan varlık alanıdır.
Peki, Parmenides’in bu alanı
aşkın varlık alanı mıdır?
İşte bu husus tartışmalıdır.
Zira burada bilgiye ulaşmada asıl olan “Rasyonalizm”
metodudur. Burada “bilgi” ötelerden değil yine içkin bir kaynaktan /akıldan alınmaktadır.
Duyumsanan âlem, yani beş duyu ile algılanan maddi âlemdeki değişmeler
aldatıcıdır. Esaslı bilgi vermez. Esaslı bilgi kalıcı olandır. Kalıcı olanın
kaynağı “akıl” olup oradan elde edilebilir.
Buradaki çatışma Empirizim ile Rasyonalizm
arasındadır... Söz konusu olan yine İnancın değil, Aklın teolojisi/
ilahiyatıdır.
Bu bağlamda en temelinde
sorulması gereken soru zannımca şu olmalıdır: Akıl terazisi bu sıkleti çeker
mi?