Dolar (USD)
35.19
Euro (EUR)
36.83
Gram Altın
2970.45
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Mustafa'nın şiir dünyası

Esere dönüştürür, dönüştürmez ayrı mesele ama her şair hayata şiir penceresinden bakar, dünyayı Yaratıcı’nın şiiri olarak görür. Şiir penceresi her halde gözün bakmayı en çok sevdiği, orada saatlerce kalmayı umduğu, yaklaşırken heyecanlandığı, uzaklaşırken hüzne boğulduğu bir kuytuluktur. Dünya odasına kapatılmış şair ne vakit zihninin kalın duvarlarından yüreğinin ince boşluklarına yönelse şiir penceresine koşar, bütün varlığını unutarak kendini orada, karşısında olana hasreder, hem büyülenmiş bir dünyanın içine girer hem de o dünyaya kendi büyüsünü ekler. Belki de bu sebeptendir ki dünyayı şairler kadar güzelleştiren başka hiçbir sanat ve meslek erbabı yoktur. Yine bu sebeptendir ki dünyayı en yakından, dokunma mesafesinden anlayan ve algılayanlar da o algıyı şiir üzerinden insanların ruh dünyasına hediye edenler de şairlerdir.

Bir memleketin yaşama sevinci hakiki şairlerin sayısı kadardır. Bir memleketin en büyük gayrısafi milli hasılası o dilde yazılmış şiirleridir. Şair hayatı beslemekle kalmaz, onu bugünden geleceğe, bu dünyadan öteki dünyalarla buluşturmanın da vesilesidir. Dünya bahçesini imara çalışan bir bahçıvandır şair. Bir bahçıvan ki beden toprağının her bir köşesine ayrı bir çiçek dikmenin, ruh bahçesinin her bir tarafına ayrı rayihalar sunmanın işçisidir o. Fikir işçisi, duygu işçisi, hassasiyet işçisi, rikkat işçisidir şair. Kupkuru, eşilmesi neredeyse imkansız görünen yürek toprağını bile sabırla eşeler, her mısrasıyla katılığı gevşetir ve Tanrı’nın verdiği eşsiz kudretle oraya sayısız duygu tohumu diker, yeşermesinin keyfini çıkarır. Toplumun duygu mimarıdır şair. Umutsuzluğu umuda evrilten, bugünü geleceğe tahvil eden sayısız mısra onun belleğinden memleketinin iklimine biteviye yayılır durur. Sanki Yüce Yaratıcı tarafından insanlığın yüzü olarak yaratılmış da insanlar hayatı hep o yüz üzerinden görürlermiş gibi. Hayatı şairlerin gözüyle görsek dünya olduğundan çok daha harika bir yere dönüşürdü.

İşte bunlardan biri, bir şair, bir yazar, bir münekkit ve eğitimci olarak artık kendine edebiyat dünyasında haklı bir yer edinmiş olan Mustafa Uçurum’dur. Uçurum benim lisanstan öğrencim idi. Öğrencim dediysem, onlarca yıl evvelden bahsediyorum, şimdi artık deneme, hikaye, şiir, tenkit türlerinde yazdığı 10’un üzerindeki kitap, aldığı ödüllere bakınca kırkları devirmiş olmalı. İnsan elbette bir fidana bakarken onun dal budak salmış halini, gümrahlığını, gölgesinin genişliğini tahayyül edemiyor. Belki içinde küçük bir fısıltı, evet, bu olacak diye belli belirsiz bir şeyleri yüzeye çıkarma gayreti gösteriyor ama fidanın görkemli bir ağaca dönüşümünü görmek için zamanın uzun bacaklarını takip etmek gerekiyor. Varılan noktada Mustafa hem şair hem yazar hem hatip hem de eğitimci kimliğiyle kendini kanıtladı ve edebiyatımızda kendine bir yer edindi. Doğrusunu söylemek gerekirse gündelik hayat telaşesi insanları birbirine yabancılaştırıyor, hayatınızın bir döneminde burnunuzun dibindeki birinin ne vakit oradan ayrıldığını, mevcutta nerede olduğunu ve nelerle iştigal ettiğini ancak arada bir nefeslenirken düşünebiliyorsunuz. Ben de Mustafa’yı uzun süre kaybetmiştim ki bir vesileyle yaklaşık altı yıl önce tekrar yollarımız kesişti ve bu sayfaları okuduğunuz gazete aynı zamanda onunla tekrar kurbiyet tesisimize vesile oldu. Şimdi de onunla aynı gazetede köşe yazarlığı yapmanın haklı gururunu yaşıyorum.

Mustafa Uçurum’un yakınlarda Şule Yayınlarından çıkan Boyumu Aşan Ömür adlı kitabını masamın üstüne bulunca kararımı verdim: Mustafa’yı ve onun şiirini yazacağım. Kitabı bir çırpıda okudum. Ve ne gördüm? Tıpkı adı gibi çarpıcı söyleyişlerin yer aldığı, bir uçurumdan öteki uçuruma sürüklenen insanın hayat hikayesini elbette… Hem dünü hem bugünü, hem insanı hem doğayı, hem şehri hem kenti, hem doğalı hem yapayı, velhasıl hayatta ne var ise onu -ama varoluşsal bir kımıltıyla- anlatmaya çalışan bir şiiri var Mustafa’nın. Daha ilk mısradan başlayarak sanki modern kentlere kadim şehirler sızmış da çaresizce onun akıbetine dalmış gitmişçesine geçmişin yakalayamadığı bir gelecek ve geleceğin körleştiği bir geçmiş duygusu sardı beni.

Kent eleştirisinin yapıldığı Kül Renkli Metropol adlı şiirde şöyle diyor mesela:

Şehirde medeniyetin ayak sesleri

Çokça beton çokça merdiven

Sevmek ne kadar eski olsa da

Örtüyor her şeyin üstünü

Kartlar, senetler, rezidanslar

Sevginin üzerini kara bir leke gibi kaplayan modern zaman kirlerini, kartları, senetleri, rezidansları ne de güzel anlatıyor burada. Medeniyetin medeniyete ettiği kötülüğün, attığı kazığın boyutlarını nasıl da gözler önüne seriyor bir çırpıda Mustafa? Ayak sesinin özlediği patikalara nasıl da özlemle baktırıyor betonları ve merdivenleri anlatırken?

Biriktirdiğim Uçurum adlı şiirde ise şiirsel söyleyişin zirvesine çıkarken kendisi ile modern dünya arasındaki çizgiyi de netleştiriyor şair:

Sarhoşluğundan haberi olmayan bir derviş gibi

Yalpalıyorum dünyanın sandalına tutunup

Benim bütün dalgınlıklarım yeni bir kıta eder

Kıyıya vura vura eskisin yaşım

Alnımdan bir kaya alıp atacağım denize

Kıpırdamasın zaman

Ağır bir şarkı geçiyor damarlarımdan

Dünyanın sandalına tutunmak, hele rüzgarlı bir havada, insan için ne meşakkatli bir iştir? Ve burada, tam da burada dalgınlıklar yetişiyor imdada, kıyıyı büyüterek bir adaya, adayı büyüterek bir kıtaya bağlıyor, insanın neredeyse tek kurtuluş umuduna dönüştürüyor. Ya ağır bir şarkı geçerken ona hürmeten, içten bir tazimle zamanın kıpırdamadan kalmasını davet ediş? Harika değil mi? Daha neler, ne mısralar var altını çizdiğim…

Boyumu Aşan Ömür, şairin ilk şiir kitabı değil, belli ki son da olmayacak ama onun şiir serüveninde önemli bir eşikte durduğu kesin.