Mustafa'nın şiir dünyası
Esere dönüştürür, dönüştürmez ayrı mesele ama her şair hayata şiir penceresinden bakar, dünyayı Yaratıcı’nın şiiri olarak görür. Şiir penceresi her halde gözün bakmayı en çok sevdiği, orada saatlerce kalmayı umduğu, yaklaşırken heyecanlandığı, uzaklaşırken hüzne boğulduğu bir kuytuluktur. Dünya odasına kapatılmış şair ne vakit zihninin kalın duvarlarından yüreğinin ince boşluklarına yönelse şiir penceresine koşar, bütün varlığını unutarak kendini orada, karşısında olana hasreder, hem büyülenmiş bir dünyanın içine girer hem de o dünyaya kendi büyüsünü ekler. Belki de bu sebeptendir ki dünyayı şairler kadar güzelleştiren başka hiçbir sanat ve meslek erbabı yoktur. Yine bu sebeptendir ki dünyayı en yakından, dokunma mesafesinden anlayan ve algılayanlar da o algıyı şiir üzerinden insanların ruh dünyasına hediye edenler de şairlerdir.
Bir memleketin yaşama sevinci hakiki şairlerin sayısı kadardır. Bir
memleketin en büyük gayrısafi milli hasılası o dilde yazılmış şiirleridir. Şair
hayatı beslemekle kalmaz, onu bugünden geleceğe, bu dünyadan öteki dünyalarla
buluşturmanın da vesilesidir. Dünya bahçesini imara çalışan bir bahçıvandır
şair. Bir bahçıvan ki beden toprağının her bir köşesine ayrı bir çiçek
dikmenin, ruh bahçesinin her bir tarafına ayrı rayihalar sunmanın işçisidir o.
Fikir işçisi, duygu işçisi, hassasiyet işçisi, rikkat işçisidir şair. Kupkuru,
eşilmesi neredeyse imkansız görünen yürek toprağını bile sabırla eşeler, her
mısrasıyla katılığı gevşetir ve Tanrı’nın verdiği eşsiz kudretle oraya sayısız
duygu tohumu diker, yeşermesinin keyfini çıkarır. Toplumun duygu mimarıdır
şair. Umutsuzluğu umuda evrilten, bugünü geleceğe tahvil eden sayısız mısra
onun belleğinden memleketinin iklimine biteviye yayılır durur. Sanki Yüce Yaratıcı tarafından insanlığın
yüzü olarak yaratılmış da insanlar hayatı hep o yüz üzerinden görürlermiş gibi.
Hayatı şairlerin gözüyle görsek dünya olduğundan çok daha harika bir yere
dönüşürdü.
İşte bunlardan biri, bir şair, bir yazar, bir münekkit ve eğitimci olarak
artık kendine edebiyat dünyasında haklı bir yer edinmiş olan Mustafa
Uçurum’dur. Uçurum benim lisanstan öğrencim idi. Öğrencim dediysem, onlarca yıl
evvelden bahsediyorum, şimdi artık deneme, hikaye, şiir, tenkit türlerinde yazdığı
10’un üzerindeki kitap, aldığı ödüllere bakınca kırkları devirmiş olmalı. İnsan
elbette bir fidana bakarken onun dal budak salmış halini, gümrahlığını,
gölgesinin genişliğini tahayyül edemiyor. Belki içinde küçük bir fısıltı, evet,
bu olacak diye belli belirsiz bir şeyleri yüzeye çıkarma gayreti gösteriyor ama
fidanın görkemli bir ağaca dönüşümünü görmek için zamanın uzun bacaklarını
takip etmek gerekiyor. Varılan noktada Mustafa hem şair hem yazar hem hatip hem
de eğitimci kimliğiyle kendini kanıtladı ve edebiyatımızda kendine bir yer
edindi. Doğrusunu söylemek gerekirse gündelik hayat telaşesi insanları
birbirine yabancılaştırıyor, hayatınızın bir döneminde burnunuzun dibindeki
birinin ne vakit oradan ayrıldığını, mevcutta nerede olduğunu ve nelerle
iştigal ettiğini ancak arada bir nefeslenirken düşünebiliyorsunuz. Ben de
Mustafa’yı uzun süre kaybetmiştim ki bir vesileyle yaklaşık altı yıl önce
tekrar yollarımız kesişti ve bu sayfaları okuduğunuz gazete aynı zamanda onunla
tekrar kurbiyet tesisimize vesile oldu.
Şimdi de onunla aynı gazetede köşe yazarlığı yapmanın haklı gururunu
yaşıyorum.
Mustafa Uçurum’un yakınlarda Şule Yayınlarından çıkan Boyumu Aşan Ömür adlı kitabını masamın
üstüne bulunca kararımı verdim: Mustafa’yı ve onun şiirini yazacağım. Kitabı
bir çırpıda okudum. Ve ne gördüm? Tıpkı adı gibi çarpıcı söyleyişlerin yer
aldığı, bir uçurumdan öteki uçuruma sürüklenen insanın hayat hikayesini
elbette… Hem dünü hem bugünü, hem insanı hem doğayı, hem şehri hem kenti, hem
doğalı hem yapayı, velhasıl hayatta ne var ise onu -ama varoluşsal bir
kımıltıyla- anlatmaya çalışan bir şiiri var Mustafa’nın. Daha ilk mısradan
başlayarak sanki modern kentlere kadim şehirler sızmış da çaresizce onun
akıbetine dalmış gitmişçesine geçmişin yakalayamadığı bir gelecek ve geleceğin
körleştiği bir geçmiş duygusu sardı beni.
Kent eleştirisinin yapıldığı Kül
Renkli Metropol adlı şiirde şöyle diyor mesela:
Şehirde medeniyetin ayak sesleri
Çokça beton çokça merdiven
Sevmek ne kadar eski olsa da
Örtüyor her şeyin üstünü
Kartlar, senetler, rezidanslar
Sevginin üzerini kara bir leke gibi kaplayan modern zaman kirlerini,
kartları, senetleri, rezidansları ne de güzel anlatıyor burada. Medeniyetin
medeniyete ettiği kötülüğün, attığı kazığın boyutlarını nasıl da gözler önüne
seriyor bir çırpıda Mustafa? Ayak sesinin özlediği patikalara nasıl da özlemle
baktırıyor betonları ve merdivenleri anlatırken?
Biriktirdiğim Uçurum adlı
şiirde ise şiirsel söyleyişin zirvesine çıkarken kendisi ile modern dünya
arasındaki çizgiyi de netleştiriyor şair:
Sarhoşluğundan haberi olmayan bir derviş gibi
Yalpalıyorum dünyanın sandalına tutunup
Benim bütün dalgınlıklarım yeni bir kıta eder
Kıyıya vura vura eskisin yaşım
Alnımdan bir kaya alıp atacağım denize
Kıpırdamasın zaman
Ağır bir şarkı geçiyor damarlarımdan
Dünyanın sandalına tutunmak, hele rüzgarlı bir havada, insan için ne
meşakkatli bir iştir? Ve burada, tam da burada dalgınlıklar yetişiyor imdada,
kıyıyı büyüterek bir adaya, adayı büyüterek bir kıtaya bağlıyor, insanın
neredeyse tek kurtuluş umuduna dönüştürüyor. Ya ağır bir şarkı geçerken ona
hürmeten, içten bir tazimle zamanın kıpırdamadan kalmasını davet ediş? Harika
değil mi? Daha neler, ne mısralar var altını çizdiğim…
Boyumu Aşan Ömür, şairin ilk şiir kitabı değil, belli ki son da
olmayacak ama onun şiir serüveninde önemli bir eşikte durduğu kesin.