Dolar (USD)
32.56
Euro (EUR)
34.87
Gram Altın
2433.18
BIST 100
9645.02
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


"Müslüman"lık deneyimi üzerine

Osmanlı Devleti 19. Yüzyılda modern batı ile karşılaştığı andan itibaren ciddi bir kırılma yaşamaya başlamıştır. Bunun bir boyutu modernliğin giderek egemenliğini kuvvetlendirmesi, diğer boyutu bilimden gündelik hayata kadar bir dizi gelişmeler göstermiş olması ile ilintilidir. Üstelik Batı’nın yükselişi ile eşzamanlı olarak Osmanlı özelinden müslüman toplumların zayıflaması, bu egemenliği daha da görünür hale getirmiştir.

Bu durum müslümanların kendileri ve dış dünyayı algılamaları ve konumlandırmalarında etkilerini göstermiştir. Bir kere Hz. Peygamber (SAV) döneminden itibaren büyük oranda galibiyet koşullarında yaşamış olan müslümanlar, Batı ile ilişkilerdeki bu yenilmişlik karşısında bir sorgulama yapmak durumunda kalmışlardır. Onların sorunu şu şekilde özetlenebilir; islam hak bir din olduğundan mülhem, her zaman dünyaya egemen olmuştur. Fakat modern zamanlarda bu değişmiş, her açıdan “küffar” olarak tanımlanan Batı müslümanlar üzerine galip gelmiştir. Müslümanlar hak din mensupları olduğu halde nasıl böyle bir yenilgi almışlardır?

Osmanlı’dan bugüne bu soru(n) güncelliğini hiç kaybetmemiştir. Zihni arkaplanda işleyen şu parametre aslında bir imkana dönüşmek yerine sanki daha çok müslümanların manevra alanını daraltmış gibi görünmektedir: İslam bu topraklarda yüzyılların içinden süzülüp gelen kodlardan birisidir. Burada İslam’ı salt bir dine ait normlar manzumesi, ibadetler toplamı olarak düşünmemek gerekir. İslam, tüm bunların ötesinde bu topraklarda bir kültür olarak işlemektedir. İnsan-insan, insan-tabiat ilişkilerine sızmış, gündelik hayatın kültürel kodları ve belirleyeni olarak işlev görmektedir. Tam da bu sebeple, İslam’ı bir din olarak bırakmış kişiler bile “kültürel müslüman” olarak burada yaşamaya devam ederler.

Tam da bu parametre ile gerilimli bir başka gerçeklik vardır. O da tüm eleştirilere ve hasar almalarına rağmen post/modern dünyanın kurduğu egemenlik ve hakimiyetidir. Öyle ki, gündelik hayatı belirleyen bu gerçeklik, bir dizi başarısızlıkların sonucu olarak bugün müslümanlarda ve daha çok genç nesilde bir özgüven bunalımı yaratmıştır. Bir başka deyişle, Müslümanlığa dair deneyim çabaları negatif sonuçlarla görünür olmuştur. Hatta bugün elli yıl öncesine göre müslümanlığın içerisinden bir özgüven geliş(tiril)mesi daha zayıflamış görünmektedir. Belirtilen hüküm cümlelerini İslam’a dair sloganlar ve popülizmi dışarıda bırakarak, şu soru etrafında test edebiliriz. Acaba insanlar geleceklerini nerede görüyorlar? Ya da müslümanlığın kendilerine bir gelecek sunabileceğini düşünüyorlar mı?

Dolayısıyla burada tarihsel ve kültürel kod olarak İslam ile bir dünya gerçekliği olarak Batı arasında bir sıkışmışlık halinden bahsedilebilir. Bir kısım insanlar bu toprakların sunduğu metafizikten azade olarak geleceklerini ve kurtuluşlarını bulabileceklerini düşünmektedirler. Bunun için çabalayanlar bir müddet sonra sabitelerini kaybetmiş olarak kaygan zeminde dolaşmaktadırlar. Çünkü o tarihsel kodlar bir türlü peşlerini bırakmamaktadır.

Büyük çoğunluk ise, hayatı ve dünyayı “kendi”lerinin dışına çıkarak hazır kalıplarla değerlendirmektedirler. Batı’da olan her şeyi talep eden bu yaklaşımın en büyük hatası, bu taleplerinin emek, düşünce olarak bedellerini ödemek istememesidir. Onlar “hazır “bir dünyayı ve “hak”lar sepetini talep etmekte, gözlerini yolun sonundaki menzile dikmekte; fakat yolu yürümeyi istememektedirler.

Müslüman toplumlar henüz dünyayı ve hayatı “kendi”leri olarak deneyimlememişlerdir. Zira bu deneyimlerin kendilerine kaybettireceğini düşünmektedirler. Arada “islami” problemleri de yeşile boyayıp halletmeye çalışmaktadırlar.