"Müslüman"lık deneyimi üzerine
Osmanlı Devleti 19. Yüzyılda modern batı ile karşılaştığı andan itibaren ciddi bir kırılma yaşamaya başlamıştır. Bunun bir boyutu modernliğin giderek egemenliğini kuvvetlendirmesi, diğer boyutu bilimden gündelik hayata kadar bir dizi gelişmeler göstermiş olması ile ilintilidir. Üstelik Batı’nın yükselişi ile eşzamanlı olarak Osmanlı özelinden müslüman toplumların zayıflaması, bu egemenliği daha da görünür hale getirmiştir.
Bu durum
müslümanların kendileri ve dış dünyayı algılamaları ve konumlandırmalarında
etkilerini göstermiştir. Bir kere Hz. Peygamber (SAV) döneminden itibaren büyük
oranda galibiyet koşullarında yaşamış olan müslümanlar, Batı ile ilişkilerdeki bu yenilmişlik karşısında bir sorgulama yapmak
durumunda kalmışlardır. Onların sorunu şu şekilde özetlenebilir; islam hak bir
din olduğundan mülhem, her zaman dünyaya egemen olmuştur. Fakat modern
zamanlarda bu değişmiş, her açıdan “küffar” olarak tanımlanan Batı müslümanlar
üzerine galip gelmiştir. Müslümanlar hak din mensupları olduğu halde nasıl
böyle bir yenilgi almışlardır?
Osmanlı’dan bugüne
bu soru(n) güncelliğini hiç kaybetmemiştir. Zihni arkaplanda işleyen şu
parametre aslında bir imkana dönüşmek yerine sanki daha çok müslümanların
manevra alanını daraltmış gibi görünmektedir: İslam bu topraklarda yüzyılların
içinden süzülüp gelen kodlardan birisidir. Burada İslam’ı salt bir dine ait
normlar manzumesi, ibadetler toplamı olarak düşünmemek gerekir. İslam, tüm
bunların ötesinde bu topraklarda bir kültür olarak işlemektedir. İnsan-insan,
insan-tabiat ilişkilerine sızmış, gündelik hayatın kültürel kodları ve
belirleyeni olarak işlev görmektedir. Tam da bu sebeple, İslam’ı bir din olarak
bırakmış kişiler bile “kültürel müslüman” olarak burada yaşamaya devam ederler.
Tam da bu parametre ile gerilimli
bir başka gerçeklik vardır. O da tüm eleştirilere ve hasar almalarına rağmen
post/modern dünyanın kurduğu egemenlik ve hakimiyetidir. Öyle ki, gündelik
hayatı belirleyen bu gerçeklik, bir dizi başarısızlıkların sonucu olarak bugün müslümanlarda
ve daha çok genç nesilde bir özgüven bunalımı yaratmıştır. Bir başka deyişle,
Müslümanlığa dair deneyim çabaları negatif sonuçlarla görünür olmuştur. Hatta
bugün elli yıl öncesine göre müslümanlığın içerisinden bir özgüven
geliş(tiril)mesi daha zayıflamış görünmektedir. Belirtilen hüküm cümlelerini
İslam’a dair sloganlar ve popülizmi dışarıda bırakarak, şu soru etrafında test
edebiliriz. Acaba insanlar geleceklerini nerede görüyorlar? Ya da müslümanlığın
kendilerine bir gelecek sunabileceğini düşünüyorlar mı?
Dolayısıyla burada tarihsel ve
kültürel kod olarak İslam ile bir dünya gerçekliği olarak Batı arasında bir
sıkışmışlık halinden bahsedilebilir. Bir kısım insanlar bu toprakların sunduğu
metafizikten azade olarak geleceklerini ve kurtuluşlarını bulabileceklerini
düşünmektedirler. Bunun için çabalayanlar bir müddet sonra sabitelerini
kaybetmiş olarak kaygan zeminde dolaşmaktadırlar. Çünkü o tarihsel kodlar bir
türlü peşlerini bırakmamaktadır.
Büyük çoğunluk ise, hayatı ve
dünyayı “kendi”lerinin dışına çıkarak hazır kalıplarla değerlendirmektedirler.
Batı’da olan her şeyi talep eden bu yaklaşımın en büyük hatası, bu taleplerinin
emek, düşünce olarak bedellerini ödemek istememesidir. Onlar “hazır “bir
dünyayı ve “hak”lar sepetini talep etmekte, gözlerini yolun sonundaki menzile
dikmekte; fakat yolu yürümeyi istememektedirler.
Müslüman toplumlar henüz dünyayı ve
hayatı “kendi”leri olarak deneyimlememişlerdir. Zira bu deneyimlerin
kendilerine kaybettireceğini düşünmektedirler. Arada “islami” problemleri de yeşile
boyayıp halletmeye çalışmaktadırlar.