Müslümanların neyi eksik?
Müslümanlar Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyor. Bu konuda hiçbir tereddüt yok. Lakin o inandığımız Allah’a layığı veçhile güveniyor muyuz?
Ben bu konuda biraz fazla akılcı kaldığımızı düşünüyorum.
Bu nedenle ki hesap ederek, ölçerek-biçerek davranmayı biraz abartıyoruz.
Allah’ın her şeye gücünün yettiğine, tarihe müdahale ettiğini yeterince kani olunmadığı için Nasrullah’ı hiç hesaba katmıyoruz.
Katmadığımız için de Allah’ın yardımı nasıl ve hangi şartlarda gelir bunu kendimize pek sorun edinmiyoruz. Bu nedenle de şartların tahakkuku için elbirliği ile seferberlik yapmıyoruz.
Söz Kur’an’a gelince îcâzından, eşsizliğinden, muhteşemliğinden dolu dolu bahsediyor; lakin ilkelerini hayata geçirmekte pek de istekli davranmıyoruz.
Maalesef böyleyiz...
Mesela Kur’an “bölünmeyin yoksa rüzgârınız söner ve gücünüzü kaybedersiniz” derken, inadına bölünüyoruz.
Uluslara, mezheplere, tarikatlara bölünmüşlüğümüz yetmezmiş gibi aynı alan içerisinde farklı İslam anlayışlarımız nedeniyle de bölünüyoruz. Daha vahimi hiç tereddüt etmeden bizden farklı düşünenleri mürtetlikle, şirkle, dinden çıkmakla itham ediyoruz...
Hâlbuki o çok benimsediğimiz ehlisünnet itikadına göre Müslümanları tekfir etmenin haram olduğu, kesin çizgilerle belirtilmiş olmasına rağmen.
Particiliği bile dinimizin neredeyse önünde tutuyoruz.
İfrat ve tefritte gezinmeyi, Allah bizi “orta ümmet” olarak nitelemiş olmasına rağmen marifet olarak addediyoruz
Allah kitabında Firavun’a giden Musa Peygambere “sözün yumuşağını söyle” diye emrederken, biz birbirimizle tartışma masasına bir kavanoz deve sidiği ile gidiyoruz. Rakibimiz yenilsin de karşı tarafa hangi kozu verirsek verelim önemli değil diye vehmediyoruz.
Batı karşısında yenilmiş olmanın ezikliği ile ‘bilimin’ önemini vurgularken bile özür diler bir eda içerisine takılıyoruz. Neden Batı’nın bilimde ilerlediğinin tarihi ve sosyolojik zeminine, hadisleri kafaya taktığımız kadar takmıyoruz.
Kısacası nereden yumruk yediğimizin sıhhatli bir tespitini bir asır geçmesine rağmen hâlâ daha yapmamakta ısrar ediyoruz.
Bilimin arka yüzünü faş edemediğimiz için Kemalistlerin bilime tapma ayinleri karşısında pasif kalıyoruz.
Dolayısıyla önümüzde bizi bekleyen tehlikenin farkında olmuyoruz. Olamıyoruz, çünkü bugün bilimin arkasında duran gücün küresel sermaye olduğunu göremiyoruz. Tıpkı dün bilimin arkasındaki gücün Burjuva olduğunu bilmediğimiz gibi.
Küresel sermayenin tek bir dünya devleti kurmak için bütün insanları köleleştirme peşinde olduğunu sezemiyoruz. Zira ninni niyetine ezberletilen “özgürlük” nakaratlarına bizde iştirak ediyoruz.
Özgürlük derken insanların sürüleştirilmek istendiğinin farkına varamıyoruz. Halen daha çağdaş kavramlarla debelenip duruyoruz.
Demokrasi, hukukun üstünlüğü, ulus-devlet, laiklik, çağsıl medeniyet seviyesi gibi ezberlerin eşliğinde... “Bunlar nedir?” şeklindeki mahiyete ilişkin soruları sormaktan imtina ediyoruz.
“Menşei Batı mı, soruşturmaya gerek yok” aymazlığı ve kolaycılığı içerisinde habire tüketiyoruz.
Geleceğimizin teminatının ancak “ümmet” kavramının kapsamında gizli olduğunun farkına varmadan bilmem kaç asır önceki halledilmemiş ihtilaflarla zamanı öğütüp duruyoruz.
Bilimin tahakkümünü ancak yine bilim yapmakla kırabileceğimiz gibi küreselleşmenin ezici dalgasına da yine farklı bir küreselleşme ile karşı koyabileceğimizin şuurunu yeterince taşımıyoruz.
Evet, bilim yapacağız lakin bilimin zalimlerin elinde “şiddet” aracına dönüşmesinin yalnızca “bilim” ile engellenemeyeceğini de bilerek. İnsanlığın değer yüklü “yeni “bir dünyaya olan ihtiyacı için de mesai harcayarak.
Allah “müminler ancak birbirinin kardeşidir” derken biz Batı’nın damarlarımıza zerk ettiği ideolojileri ile dünyayı ve hayatı okumakta devam ediyoruz.
Haklı olarak seküler dünya tahayyülüne karşıyız, lakin Taha Abdurrahman’ın “ahlak ahkâmın aklıdır” sözünün ve Mehmet Görmez’in “sekülerlik dinin devletten ayrılması değil asıl ahlaktan ayrılması” ifadesinin önemine müdrik olmadan.
Çağsıl ezberleri dilimizin virdi etmekten ne zaman vazgeçecek ve kendi kavramlarımızla düşünce dünyamızı kuracağız?
Dolayısıyla geçmişimizle, kendimizle barışıp yarının bize dair projelerine soyunacağız?
Taklit değil, özgün proje...
Ben Ayasofya Camiinin ibadete açılmasını bu mânâda önemsiyorum.
Gaye İstanbul’daki ibadethanelere bir yenisini katmak değil...
Gaye Fatih ile barışmak. O’nun kırılan gönlünü kazanmak... Dolayısıyla fetih ruhunu yeniden içimizde hissedebilmek...
Dolayısıyla” çağ açıp çağ kapatma” yükümlülüğümüzün şuuruna erebilmek.
Tanrı’nın tarihe müdahalesini unutmadan ve O’’na güvenerek...