Müslümanlar paradigmal bakabildi mi?
İnsanlık tarihine bakıldığında, medeniyetler dolayımıyla paradigmalar arası alışverişlerin yapıldığını görmek mümkündür. Bu bağlamda düşünüldüğünde içinde yaşadığımız çağda mevcut tüm birikimlerin bu etkileşimin içinden süzülüp geldiğini; dolayısıyla bugün durduğumuz noktada tüm insanlığın katkısının bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Fakat dünyada yeni bir atılım yapan medeniyet
dairesinin oluşturduğu formların içerimi kendisine ait paradigma ile onu
besleyen parametreleri saklamaktadır. Doğrusu bu atılımın en temel özelliği paradigmanın
dünyaya bir sözünün olması, kendi içinde bütünlük taşımasıdır. Paradigmayı
Thomas Kuhn bilimin gelişim süreciyle bağlantılı bir içerikle tanımlamıştı. Biz
ise çok daha geniş bir bütünlüğe atıflar yapmaktayız.
Müslümanlar tarihsel
süreçte bugünü besleyen üç önemli kırılma noktası yaşadılar. Birincisi, ilmi ve
düşünsel olarak İbn Haldun’dan sonra ciddi bir duraklama ve gerilemeyi tecrübe
ettiler. Öyle ki bugün dünyayı karşılayacak ilmi ve düşünsel altyapıdan
yoksunlar. Hatta 2000’li yıllara kadar kendisini az çok gösteren entelektüel
filizlenme önemli oranda dumura uğramış görünmektedir. İkincisi, dünya
ölçeğinde varolan siyasi güçlerini de kaybettiler. Üçüncüsü de, yeni bir
paradigma olarak ortaya çıkan modernite karşısında varlık gösteremedikleri gibi
cevaplar üretmekten de uzak oldular. Belki tam da bu sebeple şu anda Batı
modernitesinin paradigmasını kabullenmiş görünmektedirler. Kimi zaman
gençlerimizin inançlar konusunda yaşadığı söylenen buhranı da bu noktalarda
aramak lazımdır. Hatta öyle ki, geçmişte yoğun İslami söylem sahipleri de birer
birer teslimiyet içerisine girmiş tavırlar göstermektedirler.
Doğrusu müslümanların
önünde iki yol bulunmaktadır. Birincisi, Batı post/modernitesine kesin bir
telim olmuşlukla, Batı’nın paradigmalarını kabul edeceklerdir. Belirttiğimiz
üzere arayışlardan yoğun düşen bir takım kimseler zaten bu tavırları
göstermektedirler. İkincisi, dünyayı mevcut bunalımdan ve travmadan çıkarmak
üzere paradigmal boyutlu tekliflerde bulunacaklardır. Tabii bunun
gerçekleşebilmesi için öncelikle İbn Haldun’dan bu yana devam ettirdikleri
uykularından uyanmaları gerekmektedir.
Tam da bu sebeple
atılımın ilmi boyuttan başlaması gerekmektedir. Batı medeniyetinin atılım
sürecine bakıldığında (aslında her türlü atılımın niteliği budur) felsefeden
astronomiye fizikten tabiat ve sosyal bilimlere kadar paradigmayı temeline
yerleştirdiği bir bakış açısıyla karşılaşırız. Söz gelimi; Descartes ile
başlayan kırılma Tanrı-insan ve evren ilişkisinde paradigma bir yeni durumu
ifade etmektedir. Bundan dolayı belki de Hegel Descartes’ı ilk modern insan
olarak nitelemiştir. Ayrıca modern zamanlarda bir dizi felsefeci, sosyal
bilimci ve düşünürü de dikkatle hatırlamak lazımdır.
Müslümanların Batı’nın
bu mevcut birikimini değerlendirmeleri üzerlerine vaciptir. Ancak aynı oranda
vacip olan bir şey daha varsa, tüm insani birikimleri üzerine yerleştirecekleri
paradigmalarını iyi yazmalarıdır. Bu aynı zamanda kendi birikimlerini de iyi
okumaktan geçmektedir.
Söz gelimi; hala
tanımlarda insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğu paradigmal bir zemin olarak
tekrar edilmekte ve onaylanmaktadır. Halbuki sınırsız olan ihtiyaçlar değil,
insanın arzularıdır. Peygamberler insanlara dünya ile irtibatlarını nasıl
tutacaklarını ve arzularını nasıl kontrol edeceklerini insanlara öğretirler.
Tüketimin bir yaşam
tarzı haline geldiği, tüm kimliklenmelerin tüketim üzerinden yapıldığı, dünya
kaynaklarının sınırsızca heba edildiği tüketime müslümanların paradigmal düzeyde
bir itirazları olmayacak mı? Gelinen noktada tüketime “yeşil boya” atılıp yola devam
etmekten başka yapılan bir şey var mı?