Müslümanlar gerçekliğe yenildi
İslam dininin merkezinde yer alan “tevhid”
ilkesi salt akidevi bir doktrin olmayıp, insan da dahil olmak üzere bütün
varlık alanlarındaki dual bir bakış açısının yol açtığı sorunların sona
ermesini sağlayan bir perspektiftir.
Ontolojik olarak tevhid, tüm evrendeki
varlıkların temel varoluş kaynağının Tanrı olduğu gerçeğinden yola çıkar.
Varlık dünyası içerisinde görülen çeşitlilikler, son tahlilde aynı kaynak olan
Tanrı’dan neşet etmişlerdir. İslami klasik literatürde “kesrette vahdet”
şeklinde kavramsallaştırılan içerik buna delalet etmektedir. Bu çerçevede çok
farklı kaynaklardan elde edilen bilgilerin de kaynağı Tanrı’ya dayanmaktadır.
Tevhid, evrenin ve insanın ve fenomenal
dünyanın bütüncül perspektifine göndermede bulunduğu gibi insanın
parçalanmasının da önünde durmaktadır. Söz gelimi; insan ruh ve bedenden
oluşmaktadır. Ruh ve beden insan gerçekliğinin anlaşılabilmesi açısından önemli
iki unsurdur. Ne tek başına ruh ne de tek başına insan bedeni tanımlayamaz. Bu
bağlamda bedeni aşağılayan felsefeler kadar ruhu önemsizleştiren yaklaşımlar da
aynı ölçüde insan gerçekliğini kavrayamazlar.
Ortaçağ’da kilisenin hakim olduğu dönemde
açık ve örtük biçimde ruh yüceltilmekteydi. Hatta ruh tek başına gerçekliğin
referansı olarak kabul edilmekteydi. Rönesans’tan sonra modern zamanlara
geçişle birlikte “beden” “insanmerkezliliğe bağlı olarak gerçekliğin adresi
oldu. Bugün yaşadığımız süreçte bedenin böyle bir hakimiyeti bulunmaktadır.
Batı düşüncesi en başından itibaren içine
düştüğü bu dual yaklaşım biçiminden kurtulamamıştır. Bu dual perspektifin
baskın bir şekilde tüm düşünce alanlarına yansıması ve hala sorunların bugün
bile halledilememesi, dualiteyi birleştirecek bir “tevhid”in yokluğundan
kaynaklanmaktadır.
Öyle ki bu yaklaşım Descartes ile birlikte
insanı bir varlık olarak evrenden koparmış; insan Tanrı da dahil olmak üzere
tüm varlık aleminden bağımsızlaşmıştır. Buna bağlı olarak bilgi kaynaklarının
referansları da farklılaşmıştır. İnsanın bilmeye dair epistemolojik kaynağı da
indirgemeye uğrayarak farklı bir gerçeklik alanı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Osmanlı’dan itibaren müslüman toplumların
serencamını belirleyen şey, onların modernlikle ilişkileridir. Modernliğin
aslında müslüman toplumlar üzerindeki etkisi zannedildiğinin çok ötesindedir. Öncelikle
belirtilmelidir ki, müslümanlar modernlikle sağlıklı bir iliş kuramamışlardır.
Bu bağlamda modernlik belirtilen ontolojik ve
epistemolojik anlayışına göre, “dünya-ahiret”, “beden-ruh”, “madde-mana”,
“seküler-kutsal” kavramları arasında yarattığı dualitelerden ilk kavramları
merkeze alarak bir gerçeklik dünyası inşa etmeye çalışmıştır. Bir de üretilen
bilim ve teknoloji ile bugünkü manzara ile karşı karşıya kalınmıştır.
Müslüman toplumlar modernite karşısında
farklı refleksler vermişlerdir. Bunlardan bir kısmı modernliğe reddiye
geliştirirken, bir kısmı tamamıyla Batı’ya teslim olmuşlardır. Fakat bir üçüncü
refleks de, Batı karşısında ontolojik, epistemolojik hiçbir güncelleme ve
perspektif geliştirmeksizin kendilerine kapalı bir dünya yaratmışlardır. Fakat
bu dünya Batı post/modernitesi ile yarışmayı bırakın, kendi dünyasını
haklılaştırmak adına gerçeklikten giderek kopmayı tercih etti.
Bugün Türkiye başta olmak üzere müslüman
toplumlarda, İslam’ın modern dünya ile sağlıklı bir şekilde kurulamayan
ilişkisi özelde gençleri genel tüm insanları bir tercih ile karşı karşıya
bırakmıştır. Açıkçası bu tercihte insanların zihninde “post/modern dünyada
dinin bir gerçeklik olarak yeri kalmamıştır” şeklindeki anlayış açık ya da
örtük biçimde hakim görünmektedir.
Fakat müslümanlar hala gerçeklikle sağlıklı bir temas yerine, onu görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Geçmişte “beden”i o kadar negatiflediler ki, şimdi ruhun hiç kimse yüzüne bakmıyor.