Müslüman şahıs mıyız? Müslüman şahsiyet miyiz?
İslam, önce insan
der.. Her insan bir şahıstır İşte İslam şahsa ‘şahsiyet’ kazandırmak için
vardır. Şahsiyeti inşa süreci yoğun bir şuurlanma ile gerçekleşir.. İslam
dışı öğreti ve ideolojilerin şahıslara yönelik tutumlarına baktığımızda
şahıs; ya şartlandırılma ya da şımartılma riski altındadır. Modern zamanların bireyi; akla, bilgiye, bilime,
güce, iktidara, maddeye dayalı bir şımarma sarhoşluğuna yakalanmıştır. Modern
öncesi dönemlerin insanı ise tabulara, totemlere, törelere, tağutlara
şartlandırılma baskısı altında kalmıştır... |
Dün
“Nefsini öldür” söylemi ile mistik ve silik bir yaşamın sömürülmeye hazır
nesnesi iken, gün geldi bu defa “kendini özgürleştir” sloganı ile sınır ve
sorunluluk tanımayan, kendi başına buyruk bir mecraya savruldu… İnsanoğlu
“öldür”le, “özgürleştir” arasında yaşanan gel-gitlerden kurtulup bir türlü
olgunlaşamadı… İşte bu noktada İslam insanın elinden tuttu: “Ol” dedi… Yine
dünün mankurtlaştırılan insanı, bugün kurtlaştırılıyor. İslam’ın insana
çağrısı ise tüm zamanlarda kardeşleşmek üzerine oluyordu… Gerek
bireyi putlaştıran modern çağ, gerekse kişiyi köleleştiren kadim çağ insana
zulmediyor. Fıtratı zorluyor, hilkati bozuyor… İnsanın insan olma ve insan
kalma süreci erteleniyor… Zaten
bu çağın en büyük günahı; duyarsız, değersiz, dertsiz, gayesiz, ruhsuz,
kimliksiz, kişiliksiz yığınlar yetiştirmesidir… Evet,
hedefsiz kitleler, duyarsız kalabalıklar anlamsızlığın girdabında çırpınıp
duruyorlar… Şahsiyetini yitiren toplumlar kuru kalabalıktan öte bir öz ve
özellik içermiyorlar… Şahsiyetli olmayı ıskalayan yapılanmalarda
sıradanlaşmaktan ve savrulmaktan kurtulamıyorlar… Bu
arada şahıs ve şahsiyet kavramlarına bakmamız gerekiyor. Şahıs:
İnsanın nefsi, kendi varlığı; zat, nefs… Kişi, kimse, fert… Şahsiyet:
Bir ferdin kendine has görünüş, duyuş, düşünüş ve davranışlarının tamamı…
Kişilik… Personalite… Değerli, kabul gören kimse… “Kim bu
adam?” sorusunun cevabı kimliği ortaya çıkarır… “Nasıl
bir adam” sorusunun cevabı ise kişiliği ifade eder… İnsanın
öznel yanı “benlik”, nesnel yanı “kimlik”tir. Benlikle
kimliğin uyumu ve dengeli bir hale gelmesine “kişilik” diyoruz… Kişilik
özgün bir yapıdır, hiç kimse bir başkası olamaz… En doğrusu kendimiz olmak,
kendimiz kalmaktır… Çirkin bir taklit, küçültücü bir kompleks kötü bir kopya
nifaka zemin hazırlar. Zaten münafıklığın en belirgin özelliği yüzsüzlük ve
şahsiyetsizlik değil midir? İslam
şahıs kavramını yüz, çehre anlamına gelen “vech” kelimesi ile karşılar.
Latince de görünüş anlamındaki “persona” kelimesi ile yakın anlamlıdır…
“Vech”imiz, “vechullah”a yönelikse işte o zaman şahsiyet oluşur… Toplumu
inşa etmenin öncülü şahsiyeti inşa etmektir… Hakeza aileyi, cemaati, ümmeti,
medeniyeti inşa etmek güçlü ve güzel şahsiyetlerin işidir… İnsanı
insan yapan ise kazanımları ile elde ettiği ayırıcı özelliği olan, şahsiyettir… Gerçi
konumuz “Müslüman şahsiyeti” etrafında tartışmak değil, nasıl şahsiyet sahibi
olunur, bunu tespit etmektir… Şahsiyet
genetik midir, çevresel midir, buna girmeyeceğiz… Şahsiyet
sahipleri güçlerini nereden alırlar? Sınırsız
bilgiden mi? Bükülmez bilekten mi? Üstün zekâdan mı? Sosyal statüden mi?
Sayısal üstünlükten mi? Ekonomik getiriden mi? Siyasal erkten mi? Güçlü
ve güzel bir şahsiyetteki aşk, azim ve aksiyonu bu sayılanlara indirgemek
yeterli bir izah olmayacaktır… Şahsiyet sahiplerinin yüreklerindeki
oturaklaşmış yakini iman, muhteşem ahlak, takva donanımı onları farklı
kılmaktadır… Ruhu
sağlam, ufku açık, kendi dünyasına gömülüp kalmamış, yaşadığı dünyanın
sorunları ile yakından ilgili, hayatta ki yerinin ve sorumluluğunun farkında;
pratik zekâyı, analitik düşünceyi irfan ve hikmetle temellendirebilendir… Şahsiyetin
oluşumunu ele aldığımızda dingin bir ruh, etkin bir akıl, güçlü bir irade,
selim bir yürek, arınmış bir nefis, sağlıklı bir beden karşımıza çıkacaktır. İslami
şahsiyet kavramı genel Müslüman tanımından daha süzülmüş, daha donanımlı,
daha içerikli, daha nitelikli ve derinlikli bir anlam içeriyor… Ve daha ağır
bir sorumluluk alanına tekabül ediyor… Bu nedenledir ki; şahsiyeti inşa
etmenin zorlu bir süreci, çetin bir sınavı ve ağır bir bedeli vardır… Soyut
bir “Müslümanlık” iddiası ile “teklif”e muhatap olmanın, “emanet”in altından
kalkabilmenin mümkün olmadığını biliyoruz… Ancak güçlü şahsiyetler her
zeminde şahitliklerini sürdürebilirler… Şahsiyetli kişiler bilincini
kullanarak neleri önceleyeceğini bilir ve vahiyle terbiye edilmiş vicdanın
sesine kulak verirler… Zorlu
cenderelerde, kaygan zeminlerde ayakları yere sağlam basan, kimlik
krizlerine, kıble kaymalarına maruz kalmadan kararlı yürüyüşünü
sürdürebilendir… Sancılı
süreçlerde, soğuk Şubatlarda evrilmeyen, eğilmeyen, ezilmeyen bir özellik arz
ederler… “Anın
vacibi”ni “kurtarıcı” beklentileri ile zamana yayıp, ertelemezler… Piyasa
koşullarına, yasal kurallara teslim olup kulluğun gereklerini ıskalamazlar…
Koşullar değişse de kullukta değişen bir şey yoktur… Seyir
kültürüne yenik düşüp seyirci kalmayı kabullenemez, sahaya inmeyi ve seferde
olmayı öncelerler… Şahsiyet
oluşunca bu şahsiyetin özgül ağırlığı bir çekim gücüne dönüşecek ve “merkez
kişilik”ler, “denge insan”lar devreye girecektir… Özne,
öncü, özgün, özgür, önder, örnek duruşları ile iyinin ve doğrunun güvencesi
oluverirler… Evet, daha iyi bir dünya için mücadele etmeyen insanın şahsiyet
problemi vardır… Nasıl
bir şahsiyet? Edilgen
değil, etken… Sürüklenen değil, sürükleyen… Belirlenen değil, belirleyen…
Renkten renge giren değil, renk veren… Esen rüzgâra göre yön değiştiren
değil, kendisi ir rüzgâr estiren… Bu
şahsiyetler serada değil, sahada yetişir… Bunlar
çukur kazan değil, çığır açanlardır… Ezberci
değil, ezber bozanlardır… Hayatın
malumatına değil, marifetine taliptirler… Onlar için bilginin gücü değil,
hakikatin bilgisi önemlidir… Tarihi
okumakla kalmayan, tarih yazmak derdindedirler… “Adale”
gücü üzerinden gelecek tasavvuruna girmezler, “adalet”in gücüne inanırlar… Gücün
sözü değil, sözün gücü belirleyicidir… “Başarı
formasına” takılı kalmaz, “takva örtüsüne” taliplidirler… Onlar için önemli
olan toplumun beğenisi değil, Hakk’ın rızası esastır… Ve en
önemlisi; başkası için var olma erdemine sahiptirler… Bu hayatı sadece
kendileri için yaşamazlar… Bu
şahsiyetler dünyanın içindedirler, ama kendileri dünya için değil, “Allah
için”dirler… “Sahip olma”yı değil, “olma”yı hedeflemişlerdir… Şahsiyeti
bir cümle ile tanımlamak gerekirse; kendisine ait bir aklı ve bir yüreği olan
insandır… Kendi
aklı ile düşünen, kendi yüreği ile hisseden, sorgulayabilen, savunabilen aynı
zamanda hesabını ve haddini bilen insandır… Dolayısıyla gölge adam değil,
kopya adam değil, adam gibi adamdır… Yani Allah adamıdır… Bilek,
yürek idrak dengesini ve denklemini doğru kurandır… Duygulara
göre değil, durumlara göre değil, değerlere göre davranış şekillenir… Şahıslar
değil mesaj önceliklidir… Olgular
değil ilkeler belirleyicidir… Eksende
olan yorumlar değil, hakikattir… Faydayı,
kazancı, başarıyı, dünyayı değil, değerleri önceleyen ilkeler bütününe
sahiptirler… İşte bu
bütünü yakalayan kimse muktedir, mutedil ve muteber kişidir… “Aranan”
adamdır… “Beklenen” kişidir… “Özlenen” kimsedir… Evet,
İslami şahsiyet olmadan ne örnek olunabilir, ne de öncü… “Emin”liğimiz,
“adalet”imiz, “ahlak”ımız, “özgür”lüğümüz yoksa iz bırakacak, yürekleri
harekete geçirecek bir şahsiyet olamayız… Sağlıklı
İslami şahsiyetler olmadan sağlıklı İslami yapılarda oluşmuyor… Bunu
gerçekleştirmenin yolu ise: Önce
tevhid merkezli bir zihniyet inşası… Sonra
takva ile tahkim olan bir şahsiyet oluşumu… Ve en
son istikamet üzere olan bir cemaat yapılanması… İbn-i
Mesud (ra): “Cemaat, hak üzere olandır,
isterse bir kişi olsun.” Aslında
hak üzere olduktan sonra her şahsiyet kendi başına da kalsa o yine de bir
cemaattır… Müslüman gerektiğinde tek başına ümmet olabilme potansiyeline
sahiptir… Şahsiyet inşasının ilk aşısı, ailede gerçekleşir… Aile şahsiyet
kazanmanın mebdei ve menbaıdır… Cemaat ortamları ise bu sürecin koruyucu ve
tamamlayıcı okuludur… Asrı Saadetteki Daru’l Erkam ve Ashabı Suffe
modellerinde bunu görüyoruz… Tarih
bize güçlü medeniyetlerin arka-planındaki kurucu iradenin güçlü şahsiyetlere
ait olduğunu söylüyor… Şahsiyetler
sahneden çekilince alan bencil bireylere kaldı… Benliğin zindanından
kurtulamayan birey, ne değer üretebildi, ne de varoluşunu sürdürebildi,
hiçleşme yolunu seçti… İşte bu
gün belirsizlikler ve bulanıklıklar içinde bocalayan toplumun en hazin
hüsranı kişilik kaybı ve kimlik krizi şeklinde tezahür ediyor… Müstağni,
mağrur yığınlar, yüzer-gezer bir halde başlarını nereye vuracaklarını bilemez
durumdadırlar… Bu
sistemin şahsiyet üretemeyeceğini zaten biliyoruz… O halde çözüm nedir? Bunun
içinde öncelikli amacımız; insani benliğimize İslami bir şahsiyet yüklemektir…
Bu hedefe ancak vahyin aydınlığında ulaşabiliriz… Şahısları her türlü
vahşetten koruyan vahiydir… Ferdiyetten şahsiyete geçişi vahiy sağlar.
Kişilere şuur sunan ve onları vahdete taşıyan yine vahiydir… Evet,
biz şahsiyetimizi İslam’a borçluyuz… Onurun, erdemin, iffetin, heybetin,
kuvvetin, devletin adresi İslam’dır… |