Müslüman Saati ve Ezansız Semtler
Türk edebiyatının eşsiz denemeleri vardır. Bunları okumak tarih ve medeniyetimizi anlamak açısından kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bir tarafı nasıl bir medeniyet oluşturduğumuzun güzelliğini açıklarken diğer tarafı yabancılaşmanın ve kimlik krizinin yapı taşlarını tarif eder. Türkçenin yazıdaki zenginliğini dile getirirken bu denemeler millet olmanın değerler manzumesinin somut belirtilerini de aşikare ortaya koyarlar.
Okumakla ancak tanımlama yapılabilecek bu denemecilerimizden biri Ahmet Haşim’dir. Mesela Müslüman Saati denemesi enfes bir medeniyet mukayesesidir ve kendimize nasıl yabancılaştığımızın parametrelerini gösterir.
Haşim, bu yazısında kaybolan değerlerimizi estetize ederek ifade eder. Fazla sembol kullanma taraftarı değildir. Ancak medeniyetimizin çözülmesi ile ilgili hüznünü dile getirirken estettir.
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”den kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslûb-ı hayata göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin ederdi... Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun ve muşaşa dakikasını dağıttığı gibi, yirmidört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği maişet şekli de bizi fecir âleminden mehcur bıraktı... Halbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî mânayı veren o muhayyirü’l-ukul mimarîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Bir çoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve bir çoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz (Ahmet Haşim, Gurabahane-i Laklakan, Dergah Yayınları, İstanbul, 1991, s. 15-16.)
Yahya Kemal ise bu hüznü şiir estetiğinde dile getirir. Ezan-ı Muhammedi ve Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirleriyle kendi gök kubbemizin nasıl sarsıldığını ifade eder. Önce Üsküp’teki hüznü anlatır. 1903-1912 yılları arasındaki Paris hayatında kendi gibi kalarak yaşama tutunma değerinin çocukluğunda Üsküp’te bilinçaltına yerleşen ezan sesleri olduğunu söyler.
O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle olarak yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman evimizde ruhani bir sessizlik olurdu. Galiba O Üsküp'ün sokaklarında da böyle bir rüzgar dolaşır, bütün şehri bir mabed sükunu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları, İsm-i Celal'le kımıldardı. Bin üç yüz sene evvel, Hazreti Muhammed'in (s.a.v.) Bilal-i Habeşiden dinlediği ezan, asırlarca sonra, bizim semalarımızda hem dini hem milli bir musiki olmuştu. O anda semamızın mağfiret aleminden gelen, ledünî bir sesle dolduğunu hissederdim. Lakin bu sesler beni bütün ömrümce bırakmış değildir. Müslüman Türk çocuklarının dini ve milli terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesirine inanırım... Ben Paris'te iken bile, hiç münasebeti olmadığı halde, kulaklarıma Üsküp'teki ezan seslerinin bir hatıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur(Banarlı, Nihad Sami, Yahya Kemal'in Hatıraları, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1960, s. 26-27).
Yahya Kemal Beyatlı’nın bu hüznü daha sonra İstanbul semtlerinde somutlaşır. Paris dönüşü İstanbul şehir hayatı onda büyük yıkımlar oluşturur. Ezansız Semtler yazısı şairin trajedisinin ve kaybolan kollektif bilincin açıklayıcısı gibidir.
Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasib alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan Kur'an'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.
....Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan arı, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar'a bakınız bir de Kadıköy'üne, Üsküdar'ın yanında Kadıköy Tatavla'yı andırır.
...Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar(Beyatlı, Yahya Kemal Aziz İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı, İstanbul, 2018, s. 101-104)!
Umarım Ayasofya camisinin yeniden ibadete açılışı tekrar Müslüman saatine dönme şuuru ve ezansız semtlerdeki çile çeken Müslümanların gerçekleşen rüyaları olur.