Müslüman aklını kurmak
Geçen yazımızda acı (=duygu), bilinçaltı ve dinin istisna edildiği bir aklın Müslüman toplumlarda işlerlikte olduğunu belirtmiştik. Bunun anlamı nedir? Birincisi, hamaset, popülizm ve duygusallığın aklın önüne geçmesidir. Özellikle Müslüman toplumların Batı’ya modern zamanlardaki yenilgisi karşısında, birkaç tavırda kendisini gösteren bir popülizm vardır. İlkin, her fırsatta Batı’yı kötüleyen ve kendisini tarihe referans yaparak yücelten dil. İkincisi de, Müslüman toplumların hala Batı ile nasıl başa çıkacaklarına dair ellerinde bilimsel bilgiye dayalı güzergahlar ile stratejik akla dayalı yol haritasının olmaması. Post/modernite karşısındaki cevapsızlık, maalesef alıngan bir müslüman profilini daha çok tebellür ettirmektedir.
İkincisi, resmi tarih ve karşıt tarih arasındaki gerilimde, tarihsel uzamın gerçekliğinde hipertarih olarak bulanıklaşmış; hızlı değişimlerle hatırlama süreci kısalmış, diğer yandan hakikat ötesi ile her gün bilinçaltı medyatik işlemler üzerinden yeniden resetlenen bir hafıza ile meselelere bakış herhalde tenakuzu artırsa da acıları azaltıyor olsa gerektir. Bu vücut bulmanın ve hafızanın çocukluğuna indiğimizde, nostalji ile bedeninin acılarını ruhuna değdirmeden yaşamaya çalıştığını görürsünüz. Çünkü Asr-ı Saadet ve Osmanlı’yı hatırlama, bir stratejik akıl üretmekten ziyade, “nerede o eski bayramlar” türünden “duygu” ya da “gerçeklikten kaçış” nostaljisini çoğaltmakta ve bunu bir melankoliye dönüştürmektedir.
Ülkemizde içeriksiz batıcılara karşı elde edildiği düşünülen zafer, tıpkı geçmişte batıcıların zafer iddiaları gibi halüsinasyondan ibarettir. Altını çizerek söyleyeyim: Henüz Müslümanlar Batı ile sahici bir karşılaşma ve yüzleşme yaşamadılar. Ülkemizdeki batıcıların reddi miras ederek “Batı” sopasıyla içeridekileri dövmeye çalışması, aynı evin içinde aynı kaderi yaşayanlardan bir kısmının Batının kelimeleriyle kendi kaderlerini yeneceklerini düşünmeleri demektir. Halbuki yaşanan toplumdaki farklılıklar ortak hafızada varolan kelimeleri üzerinden kendilerine ortak bir gelecek inşası için elele vermedikçe, asla makus talihlerini yenemeyecekler; hayalleri Batı gerçekleri ise kendi kaderleri olacaktır. Birbirlerine verip veriştirmenin dayanılmaz cazibesi, bir yandan taraflara sahte bir zafer duygusu vermekte, ancak diğer yandan ortaya çıkan “retorik”, total vizyonumuz konusunda Batı’nın müslümanların düşünce gücüne dair endişelerini giderici bir rol oynamaktadır.
Üçüncüsü, dinin akıldan istisnası en güçlü retoriğini “akıl dini anlayamaz” şeklinde genelleştirilmiş ifadede bulmaktadır. Halbuki aklın sınırlarını belirlemekle akla sürekli rezervler koymak arasında çok ciddi fark vardır. Dinin akıldan bu istisnası, ya din ile dünya arasındaki mesafeyi açan kartezyenik bir teori ve pratik inşa etmekte; ya da atın dişlerinin sayısını bile Tanrı’ya sormak gibi tavırlar üretmektedir. Her iki tavır da islamın asla referans vermediği dünyevileşen ya da fundamentalistleşen bir diniliğe göndermede bulunmaktadır.
Aklı mutlaklaştıran, aşkından kopuşunu sağlayan Aydınlanma aklının ürettiği krizler ortadadır. Hala bunları önerenlerin, varoluşsal boşluğu derinleştirdiği mutlaka görülmelidir. Fakat buna bakarak aklı iptal etmek bugün yapılabilecek en tehlikeli iştir. Müslümanlar da bir akıl kurmak yerine akla rezervler getirerek, kendi temellerine darbeler indirmektedirler. Öte yandan akla getirilen istisnalar genişlerken, müslümanlar kamuoyuna sunulan tikel konular üzerinden bu istisnaların akla verdiği hasarları gözden kaçırmaktadırlar.
Bugün akıl üzerine bir bulanıklık yaratılmak istenmektedir. Çünkü bulanıklık ve düzensizlik güçlülerin işine yarar. Düzen, kural, ilke, aklın olmadığı yerde oluşan karmaşa ve sis, güçlülerin kuralını dikte eder. Hakikat ötesi hakikat konusunda şüpheye düşürerek bütün ölçüleri geçersizleştirmeyi dener. Dikkat ederseniz, yalan ve aldatmanın önemsenmediği bir hakikat ötesine doğru savruluyoruz.