Dolar (USD)
35.19
Euro (EUR)
36.86
Gram Altın
2970.95
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Mülkiyet ve Ahlak

Sabahları uyandığımızda içimizdeki o koca boşluğu yaratan nedir? Yaptığımız her işte bir eksiklik varmış hissi veren, her eyleyişin şurasında burasına buruk bir ‘yanlış yapmış olma duygusu’ yapıştıran ve günümüzü dolu dolu yaşamaktan bizi men eden o görünmez kötülük nereden gelmektedir?

Her gün daha fazla mutsuzluk göğe yayılıyor. O maviliği griye çeviren, oraya yükselen fabrika dumanlarının yanı sıra biraz da insan ruhunun lekeleri değil mi? Neden umutsuzluk dünyanın en hızlı virüsünden bile daha hızlı koşuyor? Bizi dünyaya ve öteki insanlara bağlayan ip neden inceldi, ha koptu, ha kopacak diye ödümüzü patlatıyor? Biz nerede yanlış yaptık, nereye yapışıp kaldı hatalarımız ki yaşamıyor gibi yaşıyor, nefes almıyor gibi alıyor, hayata baygın bakıyoruz da keyifsizlik ruhumuzun derinliklerini bile esir aldı, bırakmıyor. Biz nerede hata yaptık da yaktığımız ateş ısıtmıyor, kokladığımız çiçek koku vermiyor, yediğimiz yemeklerin tadı yok, yeğinlik bahşetmesi gereken sohbetlerden geriye metalik bir ağırlık kalıyor? Bir zamanlar yüzlerce, binlerce insanı buluştururken cesetlerimizin bile yanına yaklaşılmıyor?

İnsan öncelikle ahlak demektir. Ahlak aynalarında görürüz insan yüzümüzü. Ne vakit geçmişi düşünsek yaptığımız iyilikler, özveriler aynadaki yüzümüzü parlatır; ne vakit şimdiye baksak yapmaya hazır olduğumuz iyilikler tebessüm ettirir ifademizi ve ne vakit geleceği düşünsek bütün o elde ettiklerimizi elinde olmayanlar ile paylaşma duygusudur teni ruha karıştıran, ruhu insandan alıp göğün maviliğine ulaştıran. Başarılarımızda bile ötekileştirdiğimiz benimizi kutsamaz mıyız?

İnsan ahlakla var. Ahlak yoksa insan da yok. Ahlak, başlangıç noktasında kanı besleyen ilik, sonrasında ise onu tazeleyen oksijendir. Bedenin nefesle kurduğu ilişki ruhun ahlakla kurduğu ilişki gibidir. Teneffüsün yok edildiği beden katılaşır, ahlakı yok edilmiş ruh ölür. Ve ahlak da diğer her şey gibi küçük bir yanlışla, normal görünen ters bir kımıltıyla ilgilidir. Yasa bir kez delindi mi, ilke bir kez aşındı mı gerisi ha bire kaos… İnsan fıtratına bir kez yanlış yerleşince artık önü alınamıyor, büyüyor da büyüyor. Sanki mesele insanlık binasının tuğlalarının artık eskisi kadar sağlam olmaması. O binayı yükselten temel doku, o binayı ayakta tutan çimentonun kendisi bile çürümüş.

İnsan doğası oldukça tuhaf. Başlangıçta yadırgattığını sonradan meşru gördürebiliyor. Başlangıçta lanetlettiğini, sonrasında normalleştirebiliyor. Yeter ki o cenderenin, o rant cenderesinin içine bir kez girmeye görsün insanoğlu. O da benim olsun, bu da diyerek ömrünün sonuna kadar biriktirmekten geri durmaz. Dili iyi amel dışında kendisini öteki tarafa hiçbir şeyin götüremeyeceğini söylerken ayakları onu hep bu tarafta kalacaklara yöneltir. Söz öteyi işaret ederken, zihin, gönül ve göz beriye odaklanmıştır. En büyük kırılma, en büyük yanılgı, en büyük ahlaki zafiyet budur. Eylem söylemin inkarcısına dönüştüğünde insan sadece yalancı değil aynı zamanda ahlaktan yoksun hale gelir.

Kavramlarımız mı virüslü ona anlam yükleyen bilinçlerimiz mi? İçi boşaltılmış, yüzey yapı temsilleri sadece kavramların dünyasında mı var? Düşünce artık eski ritminde ilerlemiyor, duygu eski kavrayışından uzak, fikir eski sabrını göstermiyor, sevgi eski parlaklığında değil. Buna karşın yatay ve dikine hızla yol alıyor alıklık, duygular tenlerin olsa olsa yanına yaklaşabiliyor, daha temas etmeden kaybolup gidiyor, fikir çoktan terk etmiş gezegenimizi ve sevgi, ah o dünyanın eski güneşi, yakmıyor da üşütmüyor da artık, öylesine, pelteleşmiş, kendinden usanmış bir rastgelelikle umarsızlığın ayartısına kapılmış ora senin bura benim, kapı kapı dolaşıyor. Her yerde ama hiçbir yerde değil, her şeye dokunuyor gibi görünüyor ama hiçbir yerde iz bırakmıyor ve bizler, sevginin terk ettiği nahif göçebeler başımızı ellerimizin arasına alıyor, soruyoruz? Ben nerede hata yaptım? Dünya nerede hata yaptı? Tarihin hangi noktasındaki, hangi hareket istikametinden şaştı da buraya geldik, kendimizi ansızın bu keyifsizlik diyarında bulduk?

Muhtemelen sonsuz biriktirme hırsı elimizdekini kullanmayı unutturdu. Muhtemelen sahip olma içgüdüsü sahip olunana verilen değeri azalttı. Muhtemelen yetinme, insanı terk edince geriye kalan bütün insani eylemler de çığırından çıkıyor. Muhtemelen ölümü unutturan göstergeler yaşamı da felç ediyor. Bir arkadaşım, Kahire günlerinden bir anısını anlattı geçenlerde. Orada post-doktora çalışması yapmaya gitmiş. Üç beş arkadaş, şehir gezisi esnasında Nil’in kıyısında harika bir saraya giderler. Sarayı gezerler; odalar, bahçeler, sofalar, su sistemleri, mermer sfenksler, her şey olağanüstüdür. Hayranlık verici bu binadan büyülenirler. İnsan oraya bakınca cennetin resmini görüyor bir anlamda dedi arkadaşım. Tam bu duygular içindeyken yanlarında duran bahçıvana sormuş: Kral burada uzun bir ömür sürmüş olmalı? Tütün tadı, acı bir tebessümle cevap verir bahçıvan: Ne gezer? O kadar meşguliyetin arasından yol bulup nasıl gelecek? Ömrü boyunca ya iki veya üç kez uğramıştır bu cennet mekana. Sadece birinde bir gece burada kaldığını hatırlıyorum, diğerlerinde birkaç saatlik eğleştikten sonra alelacele çekip gitti.

Birkaç saatlik şöyle bir uğradığımız dünya saraylarının kralı olsak da bir şey değişmiyor demek ki. Ahlakın mülkiyetle mutlaka bir bağı var ve o bağı görmedikçe yaşamdan keyif alma ihtimalimiz yok.