Mülkiyet ve Ahlak
Sabahları uyandığımızda içimizdeki o koca boşluğu yaratan nedir? Yaptığımız her işte bir eksiklik varmış hissi veren, her eyleyişin şurasında burasına buruk bir ‘yanlış yapmış olma duygusu’ yapıştıran ve günümüzü dolu dolu yaşamaktan bizi men eden o görünmez kötülük nereden gelmektedir?
Her gün daha fazla mutsuzluk göğe yayılıyor. O maviliği griye çeviren,
oraya yükselen fabrika dumanlarının yanı sıra biraz da insan ruhunun lekeleri
değil mi? Neden umutsuzluk dünyanın en
hızlı virüsünden bile daha hızlı koşuyor? Bizi dünyaya ve öteki insanlara
bağlayan ip neden inceldi, ha koptu, ha kopacak diye ödümüzü patlatıyor? Biz
nerede yanlış yaptık, nereye yapışıp kaldı hatalarımız ki yaşamıyor gibi yaşıyor,
nefes almıyor gibi alıyor, hayata baygın bakıyoruz da keyifsizlik ruhumuzun
derinliklerini bile esir aldı, bırakmıyor. Biz nerede hata yaptık da yaktığımız
ateş ısıtmıyor, kokladığımız çiçek koku vermiyor, yediğimiz yemeklerin tadı
yok, yeğinlik bahşetmesi gereken sohbetlerden geriye metalik bir ağırlık
kalıyor? Bir zamanlar yüzlerce, binlerce insanı buluştururken cesetlerimizin
bile yanına yaklaşılmıyor?
İnsan öncelikle ahlak demektir. Ahlak aynalarında görürüz insan yüzümüzü. Ne
vakit geçmişi düşünsek yaptığımız iyilikler, özveriler aynadaki yüzümüzü
parlatır; ne vakit şimdiye baksak yapmaya hazır olduğumuz iyilikler tebessüm
ettirir ifademizi ve ne vakit geleceği düşünsek bütün o elde ettiklerimizi
elinde olmayanlar ile paylaşma duygusudur teni ruha karıştıran, ruhu insandan
alıp göğün maviliğine ulaştıran. Başarılarımızda bile ötekileştirdiğimiz
benimizi kutsamaz mıyız?
İnsan ahlakla var. Ahlak yoksa
insan da yok. Ahlak, başlangıç noktasında kanı besleyen ilik, sonrasında ise onu tazeleyen oksijendir.
Bedenin nefesle kurduğu ilişki ruhun ahlakla kurduğu ilişki gibidir. Teneffüsün
yok edildiği beden katılaşır, ahlakı yok edilmiş ruh ölür. Ve ahlak da diğer
her şey gibi küçük bir yanlışla, normal görünen ters bir kımıltıyla ilgilidir.
Yasa bir kez delindi mi, ilke bir kez aşındı mı gerisi ha bire kaos… İnsan
fıtratına bir kez yanlış yerleşince artık önü alınamıyor, büyüyor da büyüyor.
Sanki mesele insanlık binasının tuğlalarının artık eskisi kadar sağlam olmaması.
O binayı yükselten temel doku, o binayı ayakta tutan çimentonun kendisi bile
çürümüş.
İnsan doğası oldukça tuhaf. Başlangıçta yadırgattığını sonradan meşru
gördürebiliyor. Başlangıçta lanetlettiğini, sonrasında normalleştirebiliyor.
Yeter ki o cenderenin, o rant cenderesinin içine bir kez girmeye görsün
insanoğlu. O da benim olsun, bu da diyerek ömrünün sonuna kadar biriktirmekten
geri durmaz. Dili iyi amel dışında kendisini öteki tarafa hiçbir şeyin
götüremeyeceğini söylerken ayakları onu hep bu tarafta kalacaklara yöneltir.
Söz öteyi işaret ederken, zihin, gönül ve göz beriye odaklanmıştır. En büyük
kırılma, en büyük yanılgı, en büyük ahlaki zafiyet budur. Eylem söylemin
inkarcısına dönüştüğünde insan sadece yalancı değil aynı zamanda ahlaktan
yoksun hale gelir.
Kavramlarımız mı virüslü ona anlam yükleyen bilinçlerimiz mi? İçi
boşaltılmış, yüzey yapı temsilleri sadece kavramların dünyasında mı var?
Düşünce artık eski ritminde ilerlemiyor, duygu eski kavrayışından uzak, fikir
eski sabrını göstermiyor, sevgi eski parlaklığında değil. Buna karşın yatay ve
dikine hızla yol alıyor alıklık, duygular tenlerin olsa olsa yanına
yaklaşabiliyor, daha temas etmeden kaybolup gidiyor, fikir çoktan terk etmiş
gezegenimizi ve sevgi, ah o dünyanın eski güneşi, yakmıyor da üşütmüyor da
artık, öylesine, pelteleşmiş, kendinden usanmış bir rastgelelikle umarsızlığın
ayartısına kapılmış ora senin bura benim, kapı kapı dolaşıyor. Her yerde ama
hiçbir yerde değil, her şeye dokunuyor gibi görünüyor ama hiçbir yerde iz
bırakmıyor ve bizler, sevginin terk ettiği nahif göçebeler başımızı ellerimizin
arasına alıyor, soruyoruz? Ben nerede hata yaptım? Dünya nerede hata yaptı?
Tarihin hangi noktasındaki, hangi hareket istikametinden şaştı da buraya
geldik, kendimizi ansızın bu keyifsizlik diyarında bulduk?
Muhtemelen sonsuz biriktirme hırsı elimizdekini kullanmayı unutturdu.
Muhtemelen sahip olma içgüdüsü sahip olunana verilen değeri azalttı. Muhtemelen
yetinme, insanı terk edince geriye kalan bütün insani eylemler de çığırından
çıkıyor. Muhtemelen ölümü unutturan göstergeler yaşamı da felç ediyor. Bir
arkadaşım, Kahire günlerinden bir anısını anlattı geçenlerde. Orada post-doktora
çalışması yapmaya gitmiş. Üç beş arkadaş, şehir gezisi esnasında Nil’in
kıyısında harika bir saraya giderler. Sarayı gezerler; odalar, bahçeler, sofalar,
su sistemleri, mermer sfenksler, her şey olağanüstüdür. Hayranlık verici bu
binadan büyülenirler. İnsan oraya bakınca cennetin resmini görüyor bir anlamda
dedi arkadaşım. Tam bu duygular içindeyken yanlarında duran bahçıvana sormuş:
Kral burada uzun bir ömür sürmüş olmalı? Tütün tadı, acı bir tebessümle cevap
verir bahçıvan: Ne gezer? O kadar meşguliyetin arasından yol bulup nasıl
gelecek? Ömrü boyunca ya iki veya üç kez uğramıştır bu cennet mekana. Sadece
birinde bir gece burada kaldığını hatırlıyorum, diğerlerinde birkaç saatlik
eğleştikten sonra alelacele çekip gitti.
Birkaç saatlik şöyle bir uğradığımız dünya saraylarının kralı olsak da bir şey değişmiyor demek ki. Ahlakın mülkiyetle mutlaka bir bağı var ve o bağı görmedikçe yaşamdan keyif alma ihtimalimiz yok.