MUHACİR HİKAYELERİ
6. Uluslararası Âlemlere Rahmet Kısa Film Festivali’nde en iyi belgesel ödülünü, çektiği “Yeni Baştan” ile alan yönetmen Taha Ovacı yirmi beş yaşında, gencecik bir üniversite öğrencisi. Akranı olan pek çok yönetmenden farklı dertlere sahip olan Ovacı’nın bu çabası, başlı başına kıymetli.
Eşlerini,
çocuklarını, yakınlarını, tüm mal varlıklarını kaybeden insan hikâyeleriyle
doludur muhacirler. Dokunsanız bin ah işiteceğiniz milyonla insan. Taha Ovacı
da bu geniş kitleden seçtiği dört muhacir kadın üzerinden ülkemizde yaşayan
kardeşlerimizi daha yakından anlamamıza yardımcı oluyor. Belgeselde muhacirlerin
isteyerek değil şartların dayatması sonucu Türkiye’ye geldiklerinin ve ne kadar
güzel bir ortam olursa olsun vatan hasretiyle yaşadıklarının altı özenle
çiziliyor.
Televizyonlarda,
sosyal medyada yapılan paylaşımlarla muhacirlerin konforlu, dertsiz, pozitif
ayrımcılıklarla dolu hayatlar sürdürdükleri algısı oluşturulmaya çalışılırken,
gerçekler ne yazık ki istenen düzeyde karşılık bulmuyor. Savaşın ilk yıllarında
oluşan muhacir-ensar pozisyonu siyasi, ekonomik ve ideolojik nedenlerle hızla
kan kaybediyor. Balkanlardan, Kafkaslardan ve dahi pek çok coğrafyadan kopup
gelen sayısız göçmene yurt olan bu coğrafyada Suriyelilerin bir kısmının dahi
kalıcı olacak olması endişe oluşturuyor. Suriyelilere karşı oluşturulan nefret
kampanyalarına imza atan kişi sayısı, ülkemizde bir buçuk milyon kişiye
yaklaşıyor. Bu sayı saf, katışıksız faşizan duygu besleyen insan sayısı
aslında. Her geçen gün Suriyelilerin savaş mağduru olmadıklarına olan inanç da ne
yazık ki artıyor. Yapılan son araştırmalarda Suriyeli muhacirlerin de %92’sinin
ayrımcılığa uğradıklarını düşündüklerini gösteriyor. Tablo çok vahim. Halkı
Müslüman olan, antiemperyalizmin sembol ülkesi olan Türkiye’de durum böyleyken
kim bilir başka coğrafyalara savrulan muhacirler ne durumdadırlar diye insan düşünmeden
edemiyor.
Yeni
Baştan’da dinlediğimiz dört muhacir kadının ortak noktası, bitmeyen vatan
hasreti olduğu, ülkelerine dönmeyi sabırsızlıkla bekledikleri ve ağır imtihanlardan
geçtikleri gerçeği oluyor. Röportaj yapılan konuklardan birisi, “Hicret etmek
ve vatanından uzak olmak asla kolay bir şey değildir” dedikten sonra “göç
etmek, karanlık bir tünelde yürümektir” diyor, aynen öyle. Sonu belirsiz bir
yolculuk. Hiç birinin hayatı kolay değil. Sokakta nedensizce dövülüp
öldürülmek, bodrumda çıkan yangında can vermek, hastane köşelerinde darp
edilmek, kitlesel olarak ayrımcılığa uğramak sindirilebilecek şeyler değil.
Irkçılık
hastalığının ara ara ilkokullara kadar indiği ülkemizde muhacir ailelerin
yetişkinleri kadar çocukları da sıkıntılar içinde yaşıyor. Belgeselde, muhacir
kadınlardan birisi bu durumu çok güzel bir örnekle anlatıyor: “Binanın
merdivenlerinde bir çikolata kâğıdı bulduğumda onu çocuklarımın atmadığına
eminim çünkü çocuklarıma yere hiçbir şey atmamamız gerektiğini öğrettim. Ama
çocuklarımın atmadığına emin olmama rağmen eğilip o kâğıdı alıyorum çünkü
binadakilerin o çöpü Suriyelilerin yere attığını düşünmemelerini istiyorum. Biz
gurbette iyi insanlar olduğumuzu ispat etmek zorundayız. Oysa biz ülkemizdeyken
herkes iyi insanlar olduğumuzu biliyordu.”
Yerdeki
çikolata kâğıdını almazsa bu kâğıdı atan kişinin apartmanca Suriyeliler olacağı
algısı ne yazık ki boş bir kuruntu değil. Yabancı karşıtlığı algısı yayılıyor. 2019
yılı sonbaharında Adana’da bir çocuk tacize uğrayınca mahalleli bunu yapsa
yapsa Suriyeliler yapmıştır diye hareket ederek muhacirlerin dükkânlarını
taşlayıp evlerini yakmıştı. Tacizi yapan kişinin Türkiyeli olduğu kısa sürede
ortaya çıkmasına karşın haberlerde karşılık bulmamıştı. Bunun gibi gözünün
üstünde kaşın var bahanesiyle yapılmış sayısız şiddet vakası var. Sözcü ve
Yeniçağ gibi gazetelerin farklı ideolojileri benimsemelerine karşın iş
Suriyelilere karşı düşmanlığa gelince nasıl el ele manşetler atıp, muhacirleri
hedef gösterdiklerine çokça şahit olduk. Oysaki, Türkiye’deki suç oranının
%1.3’üne karşılık gelen oranlarıyla Suriyelilerin karıştıkları suç olaylarının,
yansıtılanın çok çok altında bir durum olduğu söylenebilir. Üstelik bu olaylar
çoğunlukla kendi aralarında gerçekleşiyor. Bu orandan çıkarılacak olan sonucun
Suriyelilerin diken üstünde, pür dikkat bir hayat sürdürdükleri gerçeğidir.
Yüzdeler, anketler ve çalışmalar
karanlık bir tablo çıkarmış olsa da Suriye savaşına en başından beri direnişe destek
olan, muhacirlere kol kanat geren milyonlarca Türkiyeli de var. Kardeşliğin Sykes-Picot Anlaşması’nı, yapay sınırları tanımadığını
gösteren sayısız örneklik sergilenmeye devam ediyor. Suriyeli kardeşlerimizde yıllar
içinde gördüğümüz şey hep tevekkül olmuştur. Hamd, dillerinden eksik olmaz hiç.
Yeni Baştan belgeselinde dinlediğimiz, büyük kayıplar yaşamalarına rağmen
umutlarını yitirmeyip hayata tutunan ablalarımızın her biri için kalbimizde
kristalden tevekkül abidelerine dönüştüklerini söylemeliyiz.
İki ay kuşatma altında kalıp ekmeği
bırakın içmeye su bulamayan bu insanlar kanalizasyonu kullanmak zorunda kalır.
Un dağıtılan bir yere gitmek için evden oğlu Ahmed ile çıkan ablamız, havada
beliren uçağı görünce eve koşar. Üç evladı bombardımanda ölür, yanında gelen
Ahmed ise bir bacağını kaybediyor ne yazık ki. Belgeselin sonunda Ahmed’in
protez bacağı kabullenmesi, yüzünün gülüyor olması ailenin de Türkiye’ye uyum
sağlaması anlamına geliyor. Suriye krizi bittiğinde ülkemizdeki muhacirlerin
bir kısmı döneceği gibi bir kısmı da kalacak. Suriyelilerin ülkemizle uyum
sürecini, Türkiyelilerin de sindirme eşiğini sağlıklı atlatmaları toplumsal
dinamikler açısında hayati önem taşıyor.