Muhacir durağı dünya
Titrek
bir alev gibidir insanoğlu dünya hayatını yaşarken ve gerçek anlamda tam bir
muhacirdir. Başka ülkelerden, başka şehirlerden, savaşlardan, yıkımlardan gelip
konmuş insanlara muhacir tanımını kullanır ama aslında kendisi cennet yurdundan
sürgüne uğramış en has muhacirdir.
“Benim dünya ile ilgim, bir ağaç altında
dinlendikten sonra, yoluna devam eden yolcu gibidir” diye buyuran Efendimiz
geliyor aklımıza. Bu ifade ile tam bir muhacirdir Efendimiz. Yaşadığı sürece,
erdemli, onurlu, izzetli bir yaşantıyı hayatının her anında soylu bir kader
gibi yüklendiğinde, süfli olandan, dünyaya bağlayan her türlü varsıldan nasıl
uzak olduğunu görürüz.
Üstün
ahlakı tamamlamak için gönderildiğini her seferinde ifade eden efendimiz,
eşyaya bakışı, yaşadığı çağda insanlarla olan münasebeti onun muhacir ruhunun
ipuçlarını verir. Ölüme akarken an an hisseder gerçek ve hakiki hayata doğru
adım aldığını. Sonra gerçek dirilişe, mutlak yaşantıya akarken nasıl da
yaşanası eşsiz coşkuyu ve eşsiz hüznü içselleştirdiğini görürüz.
Hakikat tam çıplaklığıyla sarıp kuşattığında
onun mübarek yaşantısını, o her anlamda muhacir bir ruhla, muhacir bir
özveriyle, muhacir duruşlu bir vazgeçişle dünya duraklarında soluklanmış ve
miras olarak sadece eşsiz ahlaki yaşantısından yaşam kareleri bırakmıştır
geriye.
İnsan dünyada meskenler, evler, kaleler,
saraylar inşa etse de gerçek anlamda yersiz yurtsuzdur. Çünkü o hiçbir zaman
yaşadığı dünyaya ait değildir. Ölümlerin arkasından acılar yaşanır. Özlemler
birikir. Ama insanoğlu en sevdiği can parçasını bile kaybetse alışır ölüme,
kaybettiğine, asıl vatanına iltica edene. Çünkü ölen kişi ait olduğu yere göç
etmiştir. Silinmiştir hafızalardan. Önce sesi, sonra görüntüsü, sonra birlikte
geçirdiğiniz anılar silinir yavaş yavaş. Ama silinir, unutulur, ölüm acısı
artık yakmaz yürekleri.
Mutlaka ölüm düştüğü yeri yakar kavurur. Benim
anlatmak istediğim ne kadar büyük acılar çöreklense de yüreğine, yine geride
kalanların kaldıkları yerden hayatlarına aynen devam etmeleridir. Bu olağan ve
gerçekten de olması gereken bir durumdur. Her ölüm sonrası yitirdiklerimi
hayırla yâd ederken onların gerçek yurtlarına nasıl da ait olduklarını
hissettim. Ve bu duygu yüreğimi bir nebze serinletmiştir.
“Acıyı güzele, kötüyü iyiye
çevirmek lazım. Bunu da ancak sanatla yapabiliriz. Ölümsüz olan bir tek o çünkü” diyerek, asıl geride kalan
sanat eserinin uzun ömürlü ve kalıcı olduğunu ifade eder Üstad Nuri Pakdil.
Zordur
muhacir duyarlılığıyla dünyadan an an kopar gibi yaşamak. Mum ışığı
titrekliğinde, korku ve ümit arasında gerçek dünyaya, ait olduğu gerçek yaşama
doğru anlamlı bir yürüyüşü başlatmak. Zordur, çünkü hayat akıp gider ya,
hayatın sonuna doğru yürüdükçe dünyaya bağlılık da artar. Arkasında ona ram
olmuş evlatlar, eş, kardeşler, dostlar vardır. Vazgeçemeyeceği makamı vardır.
Sanatçıdır, eşsiz eserler ortaya koymuştur. Ve onu varsıllarla bütünleştiren
büyük bir zenginlikle egosunu okşayarak adeta küçük bir ‘Tanrıcık’ haline dönüştüren ürünlerinin, eserlerinin önünde el
pençe divan durur. Bağlanır, içi erir, tüm eserleri artık onun yarattıklarıdır
tırnak içinde ve o ne kadar ölümsüz olduğunu hisseder, yüreği gönenir.
An an
yaklaşan kıyameti vardır oysa insanoğlunun. Topraktan geldiği için yine
anavatanı olan, harcı olan, bedenini insanlaştıran toprağa doğru yürüyecek,
onun tüm kirlerini, tüm kinlerini, tüm acılarını, tüm yokluklarını ve
günahlarını adeta toprak örtecektir. Ki toprak her şeyi örter, arındırır,
bağrında toplar tüm kokuşmuşluğu. Tüm tohumlar toprağa atılır ya gün gelecek,
mevsiminde o tohumlar yeşermeye duracaktır. Muhacir olarak toprağın bağrına
doğru yolcu olmuş olan insan da bir gün gerçek yaşantısına uyanacaktır.
Cennetini kaybetmişti ama bulması için kaybetmesi, yitirmesi gerekiyordu. Çünkü
bulmak için kaybetmek, yitirmek gerekir.
An an
ölür insan muhacir soluğuyla. An an dirilir oysa…
Sahip
olduklarının gerçek sahibi olmadığını belki ölümün soğuk nefesiyle hisseder
belki de hiç böyle bir his yoklamaz onu. “Kalk
ve korkut” diyerek emir almış bir Nebi vardır, Hira’nın muştu yüklü
yalnızlığında dirilten nefes nefes yaşam olan ayetler vardır tükenmiş
insanlığın duraklarına.
Kendi Hirasına doğru kıldan ince kılıçtan
keskin yollardan geçerek ulaşan Kutlu Nebi bilir aslında muhacir olduğunu,
göçebe olduğunu ve bir gün kavuşacağı gerçek Mabuduna an an yaklaştığını. Belki
de o nedenle onun muhacir soluğu titretir şirkin ve batılın söz ustaları olan
asi şairleri. Belki de onun derin duyarlılıklar yüklü muhacir duruşu sarsar
yaşadığı cahiliyede mal yığarak, haksızlıklar ve haramlarla birikmiş riba
kirine bulanmış küçük Karunlar’ın
temsilcileri olan Ebu Cehilleri.
Efendimizin
muhacir cesareti, muhacir terkedişleri, muhacir göçleri vardır. Sılasını
bırakır gider, doğup büyüdüğü toprakları bırakarak hicret eri olur. Çünkü bu
dünyada, bu süfli dünyada hicret eri olmak gerekir ki gerçek ve hakiki yurda
göç eden hakiki muhacir olsun.
Yaşadığı
her türlü acı, yokluk, ambargo onu üstlendiği davasından vazgeçirmez. Çünkü
gemileri yakmıştır bir kere. Dönüşü olmayan bir yola revan olduğunda hak ve
hakikati sonuna kadar haykıracak, bu yolda ayakkabılarına kanlar dolacak,
taşlanacak, için için yüreği kırgın ağlayacak. Ama dönmeyecek, değil mi ki o
sürgün edilmiş dünyaya, sürgün olmuş bir sevgili kuldur, Resuldür. Ve
kaybedecek hiçbir şeyi yoktur.
Oysa
modern zamanların ve tüm varsıllarla kuşanmış nice nimetlerin içinde nefes alıp
verdiğimiz tüm zamanlar boyu Efendimizin yaşadıklarıyla bizim yaşadıklarımız
kıyaslanamaz. Savaş muhacirlerine, sanki bu dünyanın gerçek sahipleri gibi, bu
yurdun, bu toprakların, evlerin, meskenlerin sahibi gibi fesat ve kıskanç halde
baktığımız olur. Sahip olduğumuzu sandığımız ve biriktirdiğimiz tüm
varsıllarımıza yeryüzü yetimlerinin gözleri akarken acaba kıskanır mıyız?
Oysa
onlar bizim geçici dünyamızda bizlere konuk olarak gelmiş olan bu âleme ait
dünya muhacirleridir. Neyi ve niçin, kimden böyle kaçırıyoruz. Sahip
olduklarımız bizim midir ki saklıyoruz, koruyoruz, adeta yığıyoruz. Sahibi
değil şahidi olarak bakacağımız eşyalarımızı kimlerden sakınıyoruz. Paylaştı
Efendimiz her daim. Ensar ve Muhacir kardeşliğinin asırlar öncesinde yaşanmış
destansı duyarlılığı ile paylaşmanın, kardeşliğin, vermenin eşsiz örnekliğini
yaşayarak gösterdiler Asrı Saadet’te.
Belki de o nedenle Saadet Asrı
denildi yoklukların, acıların, kıyımların, ambargoların yaşandığı bu asra.
Demek ki saadete ulaşmanın malla, evlatla, yığın yığın nimetlerle, bizleri
kuşatma altına alan tüm varsıllarla bir alakası yoktu.
Saadet
asrında muhacirler, Ensarlar vardı. Verenler, paylaşanlar, cem olanlar, kardeş
olanlar, geçici dünyada ne varsa hep birlikte ona sahip olmaya çalışanlar.
Muhacir
olmanın derin teslimiyeti sarsın yüreklerimizi. Gideceğimiz gerçek yurt bizi
bekler. Beklendiğini ve göçebe olduğunu bilen hiç kök salar mı, hiç yerleşir
mi, yığın yığın biriktirir mi?