Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Muhacir durağı dünya

Titrek bir alev gibidir insanoğlu dünya hayatını yaşarken ve gerçek anlamda tam bir muhacirdir. Başka ülkelerden, başka şehirlerden, savaşlardan, yıkımlardan gelip konmuş insanlara muhacir tanımını kullanır ama aslında kendisi cennet yurdundan sürgüne uğramış en has muhacirdir.

Benim dünya ile ilgim, bir ağaç altında dinlendikten sonra, yoluna devam eden yolcu gibidir” diye buyuran Efendimiz geliyor aklımıza. Bu ifade ile tam bir muhacirdir Efendimiz. Yaşadığı sürece, erdemli, onurlu, izzetli bir yaşantıyı hayatının her anında soylu bir kader gibi yüklendiğinde, süfli olandan, dünyaya bağlayan her türlü varsıldan nasıl uzak olduğunu görürüz.

Üstün ahlakı tamamlamak için gönderildiğini her seferinde ifade eden efendimiz, eşyaya bakışı, yaşadığı çağda insanlarla olan münasebeti onun muhacir ruhunun ipuçlarını verir. Ölüme akarken an an hisseder gerçek ve hakiki hayata doğru adım aldığını. Sonra gerçek dirilişe, mutlak yaşantıya akarken nasıl da yaşanası eşsiz coşkuyu ve eşsiz hüznü içselleştirdiğini görürüz.

Hakikat tam çıplaklığıyla sarıp kuşattığında onun mübarek yaşantısını, o her anlamda muhacir bir ruhla, muhacir bir özveriyle, muhacir duruşlu bir vazgeçişle dünya duraklarında soluklanmış ve miras olarak sadece eşsiz ahlaki yaşantısından yaşam kareleri bırakmıştır geriye.

İnsan dünyada meskenler, evler, kaleler, saraylar inşa etse de gerçek anlamda yersiz yurtsuzdur. Çünkü o hiçbir zaman yaşadığı dünyaya ait değildir. Ölümlerin arkasından acılar yaşanır. Özlemler birikir. Ama insanoğlu en sevdiği can parçasını bile kaybetse alışır ölüme, kaybettiğine, asıl vatanına iltica edene. Çünkü ölen kişi ait olduğu yere göç etmiştir. Silinmiştir hafızalardan. Önce sesi, sonra görüntüsü, sonra birlikte geçirdiğiniz anılar silinir yavaş yavaş. Ama silinir, unutulur, ölüm acısı artık yakmaz yürekleri.

Mutlaka ölüm düştüğü yeri yakar kavurur. Benim anlatmak istediğim ne kadar büyük acılar çöreklense de yüreğine, yine geride kalanların kaldıkları yerden hayatlarına aynen devam etmeleridir. Bu olağan ve gerçekten de olması gereken bir durumdur. Her ölüm sonrası yitirdiklerimi hayırla yâd ederken onların gerçek yurtlarına nasıl da ait olduklarını hissettim. Ve bu duygu yüreğimi bir nebze serinletmiştir.

“Acıyı güzele, kötüyü iyiye çevirmek lazım. Bunu da ancak sanatla yapabiliriz. Ölümsüz olan bir tek o çünkü” diyerek, asıl geride kalan sanat eserinin uzun ömürlü ve kalıcı olduğunu ifade eder Üstad Nuri Pakdil.

Zordur muhacir duyarlılığıyla dünyadan an an kopar gibi yaşamak. Mum ışığı titrekliğinde, korku ve ümit arasında gerçek dünyaya, ait olduğu gerçek yaşama doğru anlamlı bir yürüyüşü başlatmak. Zordur, çünkü hayat akıp gider ya, hayatın sonuna doğru yürüdükçe dünyaya bağlılık da artar. Arkasında ona ram olmuş evlatlar, eş, kardeşler, dostlar vardır. Vazgeçemeyeceği makamı vardır. Sanatçıdır, eşsiz eserler ortaya koymuştur. Ve onu varsıllarla bütünleştiren büyük bir zenginlikle egosunu okşayarak adeta küçük bir ‘Tanrıcık’ haline dönüştüren ürünlerinin, eserlerinin önünde el pençe divan durur. Bağlanır, içi erir, tüm eserleri artık onun yarattıklarıdır tırnak içinde ve o ne kadar ölümsüz olduğunu hisseder, yüreği gönenir.

An an yaklaşan kıyameti vardır oysa insanoğlunun. Topraktan geldiği için yine anavatanı olan, harcı olan, bedenini insanlaştıran toprağa doğru yürüyecek, onun tüm kirlerini, tüm kinlerini, tüm acılarını, tüm yokluklarını ve günahlarını adeta toprak örtecektir. Ki toprak her şeyi örter, arındırır, bağrında toplar tüm kokuşmuşluğu. Tüm tohumlar toprağa atılır ya gün gelecek, mevsiminde o tohumlar yeşermeye duracaktır. Muhacir olarak toprağın bağrına doğru yolcu olmuş olan insan da bir gün gerçek yaşantısına uyanacaktır. Cennetini kaybetmişti ama bulması için kaybetmesi, yitirmesi gerekiyordu. Çünkü bulmak için kaybetmek, yitirmek gerekir.

An an ölür insan muhacir soluğuyla. An an dirilir oysa…

Sahip olduklarının gerçek sahibi olmadığını belki ölümün soğuk nefesiyle hisseder belki de hiç böyle bir his yoklamaz onu. “Kalk ve korkut” diyerek emir almış bir Nebi vardır, Hira’nın muştu yüklü yalnızlığında dirilten nefes nefes yaşam olan ayetler vardır tükenmiş insanlığın duraklarına.

Kendi Hirasına doğru kıldan ince kılıçtan keskin yollardan geçerek ulaşan Kutlu Nebi bilir aslında muhacir olduğunu, göçebe olduğunu ve bir gün kavuşacağı gerçek Mabuduna an an yaklaştığını. Belki de o nedenle onun muhacir soluğu titretir şirkin ve batılın söz ustaları olan asi şairleri. Belki de onun derin duyarlılıklar yüklü muhacir duruşu sarsar yaşadığı cahiliyede mal yığarak, haksızlıklar ve haramlarla birikmiş riba kirine bulanmış küçük Karunlar’ın temsilcileri olan Ebu Cehilleri.

Efendimizin muhacir cesareti, muhacir terkedişleri, muhacir göçleri vardır. Sılasını bırakır gider, doğup büyüdüğü toprakları bırakarak hicret eri olur. Çünkü bu dünyada, bu süfli dünyada hicret eri olmak gerekir ki gerçek ve hakiki yurda göç eden hakiki muhacir olsun.

Yaşadığı her türlü acı, yokluk, ambargo onu üstlendiği davasından vazgeçirmez. Çünkü gemileri yakmıştır bir kere. Dönüşü olmayan bir yola revan olduğunda hak ve hakikati sonuna kadar haykıracak, bu yolda ayakkabılarına kanlar dolacak, taşlanacak, için için yüreği kırgın ağlayacak. Ama dönmeyecek, değil mi ki o sürgün edilmiş dünyaya, sürgün olmuş bir sevgili kuldur, Resuldür. Ve kaybedecek hiçbir şeyi yoktur.

Oysa modern zamanların ve tüm varsıllarla kuşanmış nice nimetlerin içinde nefes alıp verdiğimiz tüm zamanlar boyu Efendimizin yaşadıklarıyla bizim yaşadıklarımız kıyaslanamaz. Savaş muhacirlerine, sanki bu dünyanın gerçek sahipleri gibi, bu yurdun, bu toprakların, evlerin, meskenlerin sahibi gibi fesat ve kıskanç halde baktığımız olur. Sahip olduğumuzu sandığımız ve biriktirdiğimiz tüm varsıllarımıza yeryüzü yetimlerinin gözleri akarken acaba kıskanır mıyız?

Oysa onlar bizim geçici dünyamızda bizlere konuk olarak gelmiş olan bu âleme ait dünya muhacirleridir. Neyi ve niçin, kimden böyle kaçırıyoruz. Sahip olduklarımız bizim midir ki saklıyoruz, koruyoruz, adeta yığıyoruz. Sahibi değil şahidi olarak bakacağımız eşyalarımızı kimlerden sakınıyoruz. Paylaştı Efendimiz her daim. Ensar ve Muhacir kardeşliğinin asırlar öncesinde yaşanmış destansı duyarlılığı ile paylaşmanın, kardeşliğin, vermenin eşsiz örnekliğini yaşayarak gösterdiler Asrı Saadet’te. Belki de o nedenle Saadet Asrı denildi yoklukların, acıların, kıyımların, ambargoların yaşandığı bu asra. Demek ki saadete ulaşmanın malla, evlatla, yığın yığın nimetlerle, bizleri kuşatma altına alan tüm varsıllarla bir alakası yoktu.

Saadet asrında muhacirler, Ensarlar vardı. Verenler, paylaşanlar, cem olanlar, kardeş olanlar, geçici dünyada ne varsa hep birlikte ona sahip olmaya çalışanlar.

Muhacir olmanın derin teslimiyeti sarsın yüreklerimizi. Gideceğimiz gerçek yurt bizi bekler. Beklendiğini ve göçebe olduğunu bilen hiç kök salar mı, hiç yerleşir mi, yığın yığın biriktirir mi?