Mucizeyi Aptallar İster
Kelime kökeni itibarıyla "aciz bırakan" anlamına gelen mucize, varolan olağanlığın ya da cari olan kainata dair kanunların dışına çıkma anlamını ihtiva etmektedir. Tarih boyunca insanların mucize algısı ve talepleri de hep bu yönde olmuş; olağanüstülükler, kanunların durdurulması, mucizelerin yegane anlamını teşkil edecek biçimde insan hayatının merkezinde olmuştur. Mistik yaşam, kerametler, dinin sadece duygusal yoğunluk olarak yaşanılması ve anlaşılması ise, bir yandan mucize beklentisini beslemiş diğer yandan ondan beslenmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de geçen peygamber kıssalarına baktığımız zaman, peygamber ile toplum arasında geçen diyalogların büyü, sihir, mecnun gibi anahtar kavramlar etrafında döndüğünü rahatlıkla görebiliriz. Peygamberlerin mesajlarının toplum tarafından reddedilmesine gerekçe olarak onların sihirbaz ve büyü yapan bir kişi, ya da mecnun olmaları gösterilir. Bu ilişkilerde dikkat edilirse sürekli bir olağanüstülüğe başvuran açıklamalar yapılır. Yine müşriklerin "Eğer Allah peygamber göndermek isteseydi, muhakkak ki bize melekler gönderirdiu2026" (23/Mü'minu00fbn, 24) şeklindeki ifadeleri, bu olağanüstülük taleplerinin bir başka tezahürüdür.
Öte yandan tarih boyunca peygamberlerden, görevli olarak geldikleri ve mesajlarını ilettikleri toplumdaki insanların peygamberliklerinin bir göstergesi olmak üzere mucize göstermeleri yönünde taleplerde bulunduklarını bilmekteyiz. Fakat işin ilginç tarafı, peygamberler toplum tarafından zorlandıkları bu mucize gösterme fiilini gerçekleştirdikten sonra da inanmamışlardır. Bu bilgilere dayanarak mucizenin bunu isteyenlerde bir iman meydana getirmediğini söyleyebiliriz.
Din, geçmişten bu yana ve özellikle modern zamanlarda mistiklik, büyüsellik, sihir, büyü, olağanüstülük çerçevesindeki bir algılayışın konusu olagelmiştir yanlış bir şekilde. Modern zamanlarda irrasyonel ile özdeşleştirilen din, toplumda rüya, büyüsellik, sürekli bir mucize arayışını besleyen ögelerle bir arada anılmıştır. Matrix, Harry Potter gibi bir takım filmlerde de görüleceği üzere, mucize, irrasyonellik, büyü, rüya yeni dinsellik anlayışına da hakim olmuş görünmektedir. Bilhassa Aydınlanma'nın rasyonel insanı iflas ettiğinden bu yana, modernizmin meydana getirdiği tatminsizlikler, insanlarda yeni arayışları hızlandırmış; bu arada eklektik yönleri baskın, büyüsel, mitolojik ve mucizevi bir çerçevede dine yaklaşılmaya başlanmıştır. Bu da duygusallığın aklı esir aldığı bir patolojik durumu ortaya çıkarmakta; dini de salt duygulara bağlı dolayısıyla da duygu yoğun zamanların bir faaliyeti haline getirmektedir.
Tolstoy duygu ile akıl arasındaki ilişkiyi şöyle çerçevelendirmektedir: "Duygu insan ile Allah arasında bir ilişki kurma ihtiyacını uyandırır, akıl bu ilişkiyi tanımlar ve telkin de kişiyi bu ilişkiden doğan davranışlara sevkeder." (Tolstoy, Din Nedir?, Çev. Murat Çiftkaya, İst., Kaknüs Yay., 2009, s.22) Buna göre akıl, duygunun harekete geçirdiklerini tanımlayıp kontrol etmezse, din irrasyonel olanın çerçevesinde tanımlanacaktır.
Bugün de aslında durum çok fazla değişmemiştir. Mucize beklentileri, dini olağanüstülüklerle, büyü, rüya, mitolojik ögeler çerçevesinde algılama, genel din anlayışının temel nitelikleri olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlar, ucube varlıkları, çiftbaşlı doğan bebekleri, ağaçların hareket etmesini mucize saymakta; ama hayret düzeyinden yukarı çıkamamakta dolayısıyla işaret edilene değil parmağa takılıp kalmaktadırlar.
Halbuki olağanlıklar hayret edilecek şeylerdir. Her sabah güneşin doğuyor olması, doğabiliyor olması, bundan hiç şaşmaması esas dikkatimizi çekmeli değil mi? Hayatı bir alışkanlık haline getirenlerin dikkatini bunlar çekmez. Ama hayat bir alışkanlık değildir. Benim için "güneş her gün yine doğmaz", "güneş her gün yeniden doğar." Bunun için her gün Allah ve kainatla ilişkimin yeni bir boyut kazanması beni heyecanlandırır ve her sabah yeni bir heyecana uyanırım.