Mucizeler, umutlar tükendiği zaman belirir
25 Mart 2009 Çarşamba günü saat 16.00 civarlarında arkadaşlarla siyasi gündeme dair sohbet ediyoruz. Aristokrat siyasetçi, beton kokan siyasetçi ve toprak kokan siyasetçi tiplemelerinin içerisine yerleştirdiğimiz isimlerden bahsederek özeleştirilerimizi bir noktada Muhsin Yazıcıoğlu'na getiriyoruz.
Mütevazılığı, duruşu, 12 Eylül 1980 Darbesi'nden sonra Mamak'taki mahpusluğu, mücadelesi, yol ayrımına girişi ve 28 Şubat rüzgarlarının sertçe estiği bir havada Erbakan-Çiller Hükümeti'ne verdiği "kerhen destek" sözünün bugünkü manasını tefsir etmeye çalışıyoruz.
Hiç kurgusuz, olacaklardan habersiz...
Ta ki, sohbetimizi bitirip masamıza oturmamızla birlikte ajanslara düşen, Kahramanmaraş'tan gelen acı haberi okuyana kadar. Ajanslara düşen acı haberde, "Saat 15.40 civarında Kahramanmaraş'ın Çağlayancerit ilçesinden helikopterle Yozgat'ın Yerköy ilçesine gitmek üzere havalanan Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekiler 3 bin rakımlı Berit Dağı'na düştü..." deniliyordu.
Daha birkaç dakika önce arkadaşlarla konuşurken, siyasi gündemin debdebeli şahsiyetlerinden değil de, neden Muhsin Yazıcıoğlu'ndan bahsetmiştik!.. Abdala malum olurmuş!..
Haberler ajans ve televizyonlardan akmaya başlıyordu birbiri ardınca... BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu (55), Sivas İl Başkanı Erhan Üstündağ (37), İl Başkan Yardımcısı Yücel Yancı (50), İl Genel Meclis Adayı Murat Çetinkaya (51), Pilot Kaya İstektepe (56) ve kazadan sağ kurtulmayı başarabilen İHA muhabiri İsmail Güneş (34), farkında olmadan kendinin de içinde bulunduğu son haberini yapıyordu, saatler 15.46'yı gösterirken...
"Hanfendi, daha yerimiz tesbit edilmedi mi?.."
20 dakika boyunca, 112 Acil Servis görevlisine olanları aktarırken cansız bedenler arasında; "Erhan ağabey, Erhan ağabey..." diyerek hayata tutunmaya çabalıyordu. Arada bir de "Çağ atlamış Türkiye"ye soruyordu: "Hanfendi, daha yerimiz tesbit edilmedi mi?" diye...
Ve "çok pis kırılan ayağı"nın sancısıyla aktardığı bilgilerin akabinde "üşüyorum" diyordu...
Bizler ölüm-kalım çığlıklarını televizyonlardan film gibi dinlerken, onlar çaresizliğin ve bilgi kirliliğinin bol oksijenli atmosferinde ölüyordu...
Üşüyorum... Yüreğimize "kor" gibi düşen acı haber içimizi üşütüyordu...
Kalplerden dudaklara firar eden dizeler
Yazıcıoğlu'nun Mamak Cezaevi'nin soğuk duvarlarında 25 yıl önce yankılanmaya başlayan "Üşüyorum" dizeleri, kalplerimizden dudaklarımıza firar ediyordu:
"Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır, / Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum, / Gözlerim parke parke taş duvarlarda, / Açılıyor hayal pencerelerim, / Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum.
Kekik kokulu koyaklardan aşarak, / Güvercinler ülkesinde dolaşıyor, / Bir çeşme başı arıyorum, / Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp, / Mis gibi nane kokuları arasında, / Ruhumu dinlemek istiyorum.
Zikre dalmış her şey, / Güne gülümserken papatyalar, / Dualar gibi yükselir ümitlerim, / Güneşle kol kola kırlarda koşarak, / Siz peygamber çiçekleri toplarken, / Ben çeşme başında uzanmak istiyorum.
Huzur dolu içimde, / Ben sonsuzluğu düşünüyorum, / Ey sonsuzluğun sahibi, Sana ulaşmak istiyorum, / Durun kapanmayın pencerelerim, / Güneşimi kapatmayın, / Beton çok soğuk, üşüyorum."
O, bu dizelerinde vuslata her zaman hazır olduğunun ümidini haykırıyordu.
Gündüzler karanlık gecelerin koynuna girerken...
Gecenin karanlığına gömülürken "ümitlerimiz", onun kadar dirayetli bir duruş sergileyemiyorduk. Bir yanımızı kaybetmenin sancısıyla, çaresizliğimize çare olarak, meslektaşımız İsmail Güneş'in çığlıklarını da yanımıza alarak; "İnna lillahi ve inna ileyhi raciu00fbn" (Bakara / 156) ayetini mırıldanıyorduk.
"Kün" denildi mi, zirvelerin ötesine berisine seğirtsek ne yazardı!.. Dün Mamak Cezaevi'nin soğuk duvarları arasında 7.5 yıl üşüyerek "beraat" eden yağız yiğit, bugün "kekik kokulu koyaklardan aşarak" sonsuzluğun sahibine ulaşıyordu. Bize düşen ise sadece "sabr-ı cemil"e teslim olup, "ecr-i cezil"le müjdelenmeyi beklemek.
Gündüzler karanlık gecelerin koynuna girerken, geceler aydınlığı kovalıyor!.. Soğuk ve tipi estikçe zirvelerde, bedenimizi kavuruyor... Kavruk yüzlü yiğitlerin sinesine bir hançer gibi saplanıyor...
Keş Dağı'nın sessizliği 47 saat sonra feryada dönüşüyor
Ve 47 saat sonra...
Döngel köyünün yukarısındaki Keş Dağı'ndan bir ses yükseldi, "Yiğitlerin cansız bedenlerini bulduk..." diye. Sevindik, yüreğimiz yanarak. Kahramanmaraş'a, Sivas'a dahası "coğrafyanın hafızasına" ateş düştü.
Katıldığı bir TV programında "Millet beni çok seviyor, fakat sandığa gelince oy vermiyor" cümlesinin ardından, gülen gözleriyle tebessüm ediyordu. Çağlayancerit'ten güvercinler gibi vuslata kanat çırpmadan önce de, "Adaylarımı size, sizi Allah'a emanet ediyorum" diyordu... Vasiyet gibi...
"Mucizeler, umutlar tükendiği zaman belirir" denilir ya... Olmadı!.. Onu ve yanındakileri bizden daha çok seven aldı yanına. Hem de Fidan anneden, Naciye abladan, Yusuf ağabeyden, Gülefer yengeden, Firuze bacıdan, Furkan oğuldan, ülküdaşlarından ve gardaşlarından daha çok seven...
Yazıcıoğlu, ahirette de sevilmeyi dileyerek yürüdü
O, bu dünyada sevildiği kadar, ahirette de sevilmeyi dileyerek yürüdü; ömrünce, sayılı nefesince...
Ölüm dersti... Ve Muhsin ağabey ölümüyle ders veriyordu. Zirvelerden bir kardelen çiçeği gibi süzülerek, "kavgaya hayır" diyordu, kardeş kavgasına hayır. Herkes susuyordu; meydanlardaki hırsının esiri olmuş politikacılar bile... Ankara'nın bağrında milyonlar son kez onu dinliyordu!..
Sessizce... Mahcupca... Ve burukca...
"Ders veren sükut" Türkiye'yi derinden sarsıyor
Omuz omuza, saf saf olmuş yüzbinler; naaşının çevresinde, "ders veren sükut"ta af diliyor, tekbirler eşliğinde helallik veriyorlardı. Güneşin pırıl pırıl parlattığı semanın altında yavaş yavaş menzile doğru ilerliyordu. Hacı Bayram Velu00ee'nin önünden geçerek, u00c2kif'in İstiklal Marşı'nı yazdığı Taceddin Dergahı'nın haziresinde varıyordu. Çanakkale'den, Türku00ee Cumhuriyetlerden, Sivas'tan, Medine toprağı ve Mekke'den getirilen zemzemle yıkanarak; "küçük sonsuzluktan, büyük sonsuzluğa" yolcu ediliyordu.
Dualarla... İçe akan hıçkırıklarla...
7 yıldır hala muamma!
Kuşkularla en uzaktaki ihtimalleri en yakınımıza koyarak oyalanırız bir ömür boyu... Kuşku; sayılı nefeslerin ömrü törpülediği gibi yer, kemirir ve bitirir her şeyi...
İlk defa binilen Bell Long Ranger tipi helikopter... Helikopterin kiralandığı Med Air şirketi... Ekgenekon'un ikinci iddianamesinin açıklanmasından birkaç saat sonra böyle bir olayın meydana gelmesi... Kazanın meydana gelişinden itibaren oluşturulan bilgi kirliliği... Helikopterde olması gereken ELT cihazı... Basının teknik sorgudan ziyade, arama çalışmalarına yönelmesi... Doğan Grubu'nun Hürriyet'teki "Aynı kaderi paylaştılar" sulandırması...
Merhum Muhsin Yazıcıoğlu çok önemli sırlara vakıftı, kendisiyle aynı kaderi paylaşan Eşref Bitlis gibi... Birer birer esrarengiz trafik kazalarına kurban giden Adnan Kahveci, Mehmet Bedri İncetahtacı, Akman Akyürek, Ertuğrul Berkman, Recep Yazıcıoğlu gibi...
Muhsin Yazıcıoğlu ölümünden kısa süre önce Aksiyon dergisine verdiği beyanatında, "Kazaların en ucuz, bazen en garantili, hiçbir riski olmayan suikast yöntemi" olduğunu ifade ediyordu.
İhmal mi, kaza mı, suikast mi?..
7 yıldır hala muamma!..