Mona Rosa'ya solcu gençler de iltifat ederdi
Şiirimizin son çınarı, büyük usta Sezai Karakoç, “Sürgün Ülkeden” hakikat ülkesine göçtü. Şiiriyle yüce Yaradan’ı, Şiiriyle sevgili peygamberimizi, şiiriyle Hızır aleyhisselam’ı şiiriyle diğer İslam şahsiyetlerini, şiiriyle İstanbul’u, şiiriyle Bağdat’ı, Haleb’i öyle güzel anlattı ki bundan gayrı bize bu şiirler için doyumsuz şerhler düşer.
Hiç unutmam, Suriye ile sıkıntılı
bir dönemde ona sormuşlardı. Efendim Suriyeliler Hatay bizim diyor. Siz ne
diyorsunuz. Cevap şairaneydi.
“Hatay elbette Suriye’nindir.
Kayseri de, hatta İstanbul da Suriye’nindir. Aynen Şam’ın, Halep’in bizim
olduğu gibi..” Bu cevabı ancak büyük fotoğrafı görenler verebilirdi.
Sezai Karakoç, dünya yükünü omuzunda
taşıdı. O, ömrünü diriliş ışığında bir var oluş kavgasına adamıştı. Kendisinin
ifadesiyle “İyi bir insan öldüğünde ona ağlamayın asıl, onu kaybeden topluma
ağlayın.” Üstadımız, bu sözü sağlığında kendisi için söylememişti. Başka iyi
insanlar için söylemişti. Yaşar Kemal'in “O iyi insanlar, o güzel atlara binip
çekip gittiler,” sözündeki iyi insanlar mesela. Ama Sezai Karakoç’un ardında
söylenecek en güzel söz, en veciz söz bundan başkası olmayacak. Ülkemizde
dindarlar kadar dindar olmayanlar da mesela solcular da Sezai Karakoç’ta
kendilerinden bir şey alıyordular. Kitle iletişim araçlarının, sosyal medyanın
yaygın olmadığı zamanlarda birçok solcu gencin cebinden de çıkardı Mona Rosa
fotokopileri. Bu, tıpkı bir zamanlar Nazım Hikmet’in rubailerinde ve bazı
oyunlarında metafizik, tasavvufi, İslamcı mecazları orijinalliğinden çıkarıp Marksizimin
ışığında yeniden yorumlamasına benzer.
Sezai Karakoç, Mona Roza’sında her
ne kadar modern bir Leyla ile Mecnun denemesi yapsa da aslında o dönemde Nazım
Hikmet’in İslamî ögeler üzerindeki tahribkar hareketlerine karşı bir savunma
yapmak amacıyla bu şiiri yazmıştır. Mona Roza şiiri, savunma pozisyonunda
kalmamış Nazım Hikmet’in sahasına daha doğrusu karşı sahaya da sürülmüştü.
Bundan dolayıdır ki bu şiir Müslüman
gençlerin olduğu gibi solcu gençlerin de ceplerinde sakladığı bir şiir
olmuştur. Mona Rosa, Leonardo da Vinci'nin meşhur Jokond portesini hatırlatır.
Bu tablonun diğer adı da Mona Lisa'dır. Ancak bu şiirde Rönesans’a ve Vinci’ye
dair açık veya kapalı hiçbir gönderme
yoktur. Şu olabilir; solcular, enetlektüel olmak adına Vinci’yi de tablosu Mona
Lisa’yı da bilmek zorundadır. Ama solcu aydınlar, Mona Lisa’nın hikâyesine dair herhangi bir
haberleri yoktur. Sezai Karakoç, Mona Lisa’ya dair yeni bir kurgu oluşturmuştu.
Sezai Karakoç, hiçbir kitabının kapağına resim, fotoğraf koymaz. Ki doksan
sekiz yılına kadar da Mona Rosa şiiri fotokopilerle çoğaltılırdı. Sezai
Karakoç, diğer kitapların kapağına fotoğraf ve resim koymama geleneğini 1988’de
neşrettiği Mona Rosa şiirinde de sürdürmüştü. Ben olsaydım Ressam Leonardo da
Vinci’nin Mona Lisa resmini kapağa koyardım. Solcu aydınlara Vinci’nin
tablosunun yanında kurgusu yapılmış, hikâye edilmiş bir şiir de sunulurdu.
Sezai Karakoç’tan bize kalacak olan sadece
“Mona Rosa şiiri, Sürgün Ülkede Şiiri” değildir. Ondan bize kalan “şahsiyet, dik duruş,
prensiplere sadakat, makam-mevki” gibi ali değerlerdi.
Üstad Sezai Karakoç’la aynı çağda
yaşadığımız için bahtiyarım. Sezai Karakoç’un ateş ve Hz. İbrahim metaforu da
çok ilginç bir detay var. Ateş, İbrahim'de yakacak bir şey bulamadı, diyordu.
İnşallah üstadım ateş, öte alemde de
sende yakacak adına bir şey bulamayacak. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Bir
derviş olarak menziline ulaştın. Biz, şahidiniz, ezberlediğimiz şiirler şahidin
olsun. Mekânın cennet olsun.