Modernleşme mi konformizm mi?
Modernleşme
Batı toplumlarının kendi içsel dinamikleriyle sosyal, siyasal, ekonomik,
kültürel şartların eşlik ettiği bir vasatta ve süreçte gerçekleşmiştir. Bu
açıdan Batı’daki modernleşme tarihine bakıldığında, ilmek ilmek Batı’nın
mücadelesi, kavramları ve sahici tartışmaları ile doludur. Batı dışı toplumlar
ise, Batı’da gelişen modernleşme formlarını daha çok kendi coğrafyalarına
aktararak bir gelişme kaydetmeye çalışmışlardır.
Tarih
boyunca insan üzerine muhtelif vesayetler getirilmeye çalışılmıştır. Bu bazen
bir coğrafyada yaşayan insanlar üzerinde artırılan baskılar biçiminde
gerçekleşmiş, çoğu zaman da bir düşünce, din ve ideolojinin hakimiyeti
çerçevesinde bu vesayetler hissedilmiştir. Batı’da Ortaçağ’da yaşanan vesayet
ise Kilise’nin her bakımdan insan üzerindeki temellük talebiydi. Esasen
modernleşme bağlamında ilk dile getirilmesi gereken nitelik de insanın kendisi
üzerindeki vesayetleri sona erdirme talebidir. Dolayısıyla modernleşme insanın
dünyayı kendisinin kurabileceğine dair inançla ete kemiğe bürünmüştür.
Batı
dünyasında ortaya çıkarak dünyanın diğer ülke ve bölgelerine yayılan
feminizmden demokrasiye, liberalizmden postmodernizme ve işçi hareketlerine
kadar ideoloji ve toplumsal hareketler, kendi içerisinde bir felsefenin,
sorunun ürünüdürler ki, birçok gerilimlerin ardından mevcut formlarını
almışlardır. Batı dışı toplumlar ise büyük oranda Batı’dan aktardıkları bu
kavramları hazır buldukları için içeriklerine vakıf olmaktan mesafelidirler.
Daha
da önemlisi hazır paketler olarak aldıkları bu kavram ve hareketlerin,
toplumdaki karşılıklarının olmayışı o ülkelerdeki insanları ve entelektüelleri
bir ikilemde bırakmıştır. Bir yandan yaşanmamış bir buhranın edebiyatını
yapmaya başlamışlardır. Batı’da alt sınıflardan Sanayileşme ile birlikte başlayan
feminizm hareketi karşısında, Osmanlı’da konaklardan başlayan kadın hareketleri
gibi. Diğer yandan hazır kalıplar halinde almaların dokuya uyum sorununu
sürekli ortaya çıkarmasıdır.
Bugün
küresel dünyaya gerek kültür gerek ekonomi, gerekse siyaseten hakim olanların
yine Batı dünyasını işaret ettiğini net biçimde görmekteyiz. Her ne kadar artık
dünya çoklu blok ve güçlere bölünmüşse de, kavramsal ve siyasal hakimiyetin
henüz Batı’nın kontrolünden çıkmadığını rahatlıkla müşahede etmekteyiz.
Osmanlı’da
III. Selim’den bu yana devam eden modernleşme serüvenine baktığımızda, henüz
modernleşmenin ruhuna dair sahici adımların atılmadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bizde modernleşme denildiğinde anlaşılan şey, kılık kıyafet,
yaşam tarzı ve gerçekte sonuçlar olan teknolojidir. Üstelik bunları üretici
olmaktan uzaklığımız her halükarda kendisini faş etmektedir.
Eğer
bir modernleşme ruhu oluşturulmak isteniyorsa, bunun öncelikli şartı insanın
kendisini vesayetten kurtarmasıdır. Taha Abdurrahman modernleşme ile ilgili
yaptığı analizde bunu “Rüşd” kelimesi ile ifade etmektedir. Modernleşme
sürecine baktığımız zaman, özellikle Osmanlı döneminde buna yönelik tartışmalar
olmakla birlikte, gelinen noktada post/modern çağ ve yaşam karşısında bilhassa
Batı dışı toplumların birçok açıdan daha çok vesayete doğru sürüklendiğini
görmek gerçekten üzücüdür.
Bu
açıdan gelinen noktada içinde yaşadığımız duruma dair sorulması gereken soru
ise, “modernleşme mi konformizm mi?” şeklinde olabilir. Aslında konformizmi İbn
Haldun’cu kullanımdan başlayarak vesayete doğru genişletmekteyiz. Bugün
vesayetten kurtulmak, Tanrı’dan tamamen özgürleşme anlamını da içkin biçimde
kullanılmaktadır. Fakat modernleşme davranışları o kadar vesayetçi tarzlar
üretmiştir ki, bilhassa post/modern çağ ile birlikte vesayeti kişiye
hissettirmeden uygulamaktadır.
Fakat
konformizm o kadar sinsi biçimde ilerlemektedir ki, “konfor” hayali yapanlar
“nasıl bir vadinin içinde kaybolduklarının” farkında değillerdir.