Modernleşme kuramına dair
İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan uluslararası güç dengeleri iki kutuplu dünya olarak bilinen soğuk savaş düzeyine göre şekil aldı. Bu şekil alış, bilindiği üzere farklı dış politika anlayışlarına ve farklı sosyolojik okumalara da zemin hazırladı. Herkesin malumudur ki, modernleşme olgusu bu okuma zeminine ait bir gerçeklik olmakla birlikte, bu zaman diliminden çok önce başlamış olup, iliklerimize kadar hissettiğimiz, yaşadığımız ve çok zor kaçabileceğimiz sosyolojik, teknolojik, psikolojik bir süreçtir.
Psikolojik
süreç olmasının sebebi ise, kendine göre ruhsal bir dayatma gücü olmasındandır.
Geleneksel toplumların yaşamına ait
her unsur modernleşme ile birlikte başka bir gerçekliğe doğru
evrildiğinde, bu sürecin bireyde oluşturduğu ruhsal gel gitler hafife alınmayacak
niteliklerde kendini gösterir. Bunu herkes kendince yaşar ama herkes göremez.
Genel
olarak entelektüellerin mutabık kaldığı modernleşme tanımına göre her endüstriyel, tarımsal,
teknolojik, ekolojik değişimlere endeksli hayat tarzının ve düşünme biçimlerinin
kendisi modernleşmeyi ifade eder. Ama bu durum meselenin sadece bir yüzüdür.
Meselenin asıl yüzü modernleşmenin
itici modelinin hangi ülke veya ülkeler olduğunu ve bunun bağımlılık ilişkisiyle
orantısal seviyesidir.
Özellikle
az gelişmiş diye tarif edilen ülkelerin modernleşme potansiyelinin kimin hangi çıkarına
ve ne ölçekte hizmet ettiği gerçeği üzerinde ısrarla durulması gereken bir
sorunsaldır. İkinci dünya savaşından önce genellikle batının temsil ettiği
modernleşme modelleri savaş sonrasında Batı adına ABD’nin öncülüğünde
ilerleyen bir süreç konumuna doğru ivme kazandı. Belirli tüketim alışkanlıkları
ve belirli kriterlerle bir ülkenin modernleşme kat sayısı kategorize edilerek
uluslararası siyaset adına bir konum çerçevesi belirlendi.
Her
boyutuyla modernleşme elbette pratik açıdan değerleri, inançları, siyaset yapma biçimlerini ve gündelik
gerçekliğimizi etkilemek ile birlikte, uluslararası siyaset açısından bazı teorik
imkanlara da yeşil ışık yaktı. Bu teorik imkanları dünya uluslarını tarihe
entegre etmek misyonu ve modernleşmeyi transfer etmek bahanesiyle belirli
devletler bazı ulusları manipüle ederek ve kendi emperyal çıkarlarını örterek
hayata geçirdi.
Modernleşme
maalesef bir aparata dönüştü. Gerçek
olan şudur ki, yaşadığımız çağ bütün gerçekliğiyle modernleşmenin küreselleştiği bir çağdır. Biz Müslümanlar kabul
edelim ya da etmeyelim modernleşme ile inançlarımız ve değerlerimiz ölçeğinde yüzleşip
çareler ve cevaplar bulmak zorundayız. Tarihte var olmamızın başka bir yolu
yoktur.
Şahsım
açısından bir dönem üzerinde düşündüğüm modernleşme teorilerini tekrar zihinsel
gündemime aldığımda eski okumalarıma geri dönme ihtiyacını hissettim. Okuduğum
kitapları ve aldığım
notlarımı biraz kurcaladığım da ilk farkettiklerimin arasında Fahrettin Altun’un “Modernleşme
Kuramı” adlı çalışması (kitabı) oldu. Kitabın daha önce altını çizdiğim yerlerine şöyle
bir göz gezdirdiğim de kitabı tekrar okumaya karar verdim.
İnsanın
bir kitabı aradan belirli bir vakit geçince daha iyi anladığına kitabı yeniden
okuyunca farkettim. Yazarın yaptığı entelektüel tarifler, bilgisel tasnifler ve
konuları alt başlıklar
halinde ele alış tarzı bende yeni zihinsel çerçeveler açtı. Hem kuramsal
betimlemeler hem de yeri geldiğinde tarihsel örnekler zihnimdeki bazı problemleri
çok boyutlu görmemi sağladı.
Ne
modernleşme sorunu bir çırpıda anlatılacak ve bir gazetedeki köşe yazısına sığacak
niteliktedir. Ne de ben Fahrettin Altun’un
bu değerli kitabını köşem de hakkıyla analiz edebilecek konumdayım. En iyisi mi
konuyla ilgililere naçizane kitabı tavsiye etmekten başka şahsıma bir yol kalmıyor.
İlgililere kitaptan istifade etmeler ümidiyle…