Mit ve Vahiy (2)
İslâmcılık, Türkçülük, Kemalizm ve Osmanlılık; bütün bu kavramlar üzerinde düşünülebilir, tartışılabilir ve imali fikir de bulunulabilir.
Bulunulmalıdır da... Hatta aralarındaki ilişkiler kadar birbirlerinden devşirdikleri kavramların yahut dışarıdan yapılan müdahalelerin bünyelerinde açmış olduğu gediklere kadar.
Kemalizm baştan beri diğer üç kavram üzerinde tahakkümde bulunma selahiyetini kendinde hep görmüştür. Çünkü bu üç kavram ile olan ilişkisi varoluşsal ehemmiyete haizdir. İslam ve Türklük yeniden yorumlanırken Osmanlılık kökten reddedilmiş, hafızlardan silinmesi için gereken ne varsa yapılmıştır.
İslam ulusal bir din haline getirilmek suretiyle yeniden inşa edilme ameliyesine tabi tutulmuştur. Lozan konferansında, İslam olanların azınlık olarak kabul edilemeyeceği Türk heyeti tarafından ileri sürülmek suretiyle İslam’ın kuruluşun temelindeki harç olarak kabul edildiği deklare edilmiştir. Yani ret yok kabul vardır.
Ama asla bir “ümmet” bilinci içerisinde değil. Bu şart Kemalizm açısından çok hayatidir. Zannımca devlet işleri ile İslam’ın hükümlerinin ayrılmasındaki en temel belirleyici etken de bu olsa gerektir.
Elbette hilafetin kaldırılmasında da!
Zira Batı dünyası için petrol çok önemliydi; Hilafet ve Ümmet mevhumları Batının çıkarları ve amaçları açıdan çok büyük bir engel teşkil ediyordu.
Gelelim “Türklük” kavramına. Aynı İslam gibi bu kavram da Kemalizm tarafından bilinçli bir şekilde değişime tabi tutulmuştur. Kavramlar açık ve seçiklikleri ile anlam dünyalarındaki yerlerini muhafaza ederler. Muhafaza ettikleri yerleri ile de fikir sistemlerinin yapı taşlarını oluştururlar.
Bu nedenle Kemalizm “Türklük” sözcüğünün seçikliği ve açıklığını taammüden değiştirmiştir. Seçikliği itibariyle yine bir insan topluluğuna işaret ediyordu. Ama artık Batılı bir toplumu ima ederek. Çünkü açıklığı yani içeriği boşaltılmış ve hedeflenen şekilde yeniden yoruma tabi tutulmuştu. Amaç Türklere yeni bir kimlik kazandırmaktı.
Yeni kimlik ise yeni hedefler, yeni amaçlar ve başka bir dünya görüşü demekti.
Toplumlar kimliklerini tarihte oynadıkları rol içerisinde kazanırlar. Bu bağlamda coğrafya da belirleyici bir öneme haizdir. Türkler kimliklerini “İslam” ve İslam toplumlarının birleştirici gücü olması sebebiyle kazanmışlardı. Bu kimlikle Doğulu halkları Batının sömürü ve talanı karşısında asırlarca korumuş ve Batının emellerine set çekmişlerdi.
Selçuklu ve Osmanlı tarihi bu minvalde okunmalıdır. İngiltere asırlardır hayali olan Hindistan’a ve Çin’e bu engel nedeni ile ulaşamamıştı. Lakin coğrafi keşifler ve gelişen denizcilik nedeni ile “Batı” Osmanlı engelinin etrafından dolaşarak uzak doğuya ulaşmış ve sömürü faaliyetlerini engelsizce yerine getirmeye başlamıştır.
Bunun en önemli meyvesi Batının gemilerle taşıdığı mazlum halkların zenginlikleri ile sanayi devrimini gerçekleştirmesidir. Yani endüstri devrimi öyle masum bir oluşum değildir.
Diğer acı meyvesi ise Osmanlı Devleti işlevini yerine getiremez olmuş ve dünya siyasetinde oynamış olduğu rol, dolayısıyla önemi azalmıştır. Ama ne zaman ki gemilerde kömür yerine petrol kullanılmaya başlanmış işte o zaman tarihi hasım olan Müslümanlar tekrar önem kazanmıştır.
Batının petrole ihtiyacı vardır, petrol ise Müslümanların coğrafyasındadır.
Tabii birde geç gelişen kapitalizmin temsilcisi Almanya ile İngiltere arasındaki öldürücü rekabet de her geçen gün dünya siyasetindeki ağırlığını hissettirmektedir.
Dünya savaşı kaçınılmazdır.
Elbette faraziye üzerine tarih oluşmaz, lakin eğer savaşı İngiltere’nin başını çektiği itilaf devletleri yerine Almanya ve Osmanlının başını çektiği ittifak devletleri kazansa idi ne Osmanlı devleti yıkılacak ve ne de Kemalizm gibi bir anlayış eliyle toplumsal yapıdaki büyük değişikliklere maruz kalınacaktı.
Çünkü Osmanlı hayatiyetini devam ettirdiği için tarihi rolünü daha muhkem hale getirmeye çalışacak, Doğu-Batı çekişmesinde cenah değiştirip Batının saflarına geçmeyecek ve yaşanan inkılâplara ihtiyaç hissedilmeyecekti.
Merhum Sosyolog Baykan Sezer’in ifadesi ile artık şapka devrimi kaçınılmaz hale gelmişti. Zira taraf değiştiren ordunun yapacağı ilk icraat üniforma değiştirmek olacaktır.
Yeri gelmişken şu hususa peşinen değinelim. Bu konularda Mustafa Kemal’in şahsı ile Kemalistleri ayrı değerlendirmenin hakşinaslık olacağı kanaatindeyim.
Birinde tarihi şartların acımasız çaresizliği ve zorlaması varken diğerinde -Kemalizm’de- ise bir o kadar aymazlığın can yakıcılığı.