Mısır ve M. Akif Ersoy ve Abbas Halim Paşa
Büyük bir şairi yine büyük bir şairle anlatmak bizim açımızdan bir talihsizlik olmasa gerek. Hani Sezai Karakoç üstadımızın "Sürgün ülkeden başkentler başkentine" şiiri vardı ya! Meseleye tam da oradan girmek istiyorum. Osmanlı'nın kalbinden sürgün edilmiş bir başkent var. İstanbul, Osmanlı'nın gönlünden kovulmuştu. Yok, hayır hayır Osmanlı, İstanbul'un bağrından koparılmıştı.
İşte Osmanlı için İstanbul neyse Mısır'a sultan giden Abbas Halim Paşa için de büyük İslam şairi Muhammed Akif Ersoy da böyle bir şeydir. Kanaatimce İstanbul'dan Mısır'a dönerken Abbas Halim Paşa'nın yanında götürdüğü tek hazinesi Muhammet Akif Ersoy'du. Belki tarihçilerin buna itirazı olabilir. Ama edebiyat tarihinde ve bizim nazarımızda durum böyledir.
Muhammet Akif Ersoy'un ahlakıyla eşdeğerdi Abbas Halim Paşa. Böyle yüksek ahlaklı değerli bir şahsiyet olan Abbas Halim Paşa'ya Kur'an şairi Akif ile dostluğu sorulduğunda şöyle bir cevap verirmiş. "Bu onun (Mehmet Akif'in) talihi değil, benim talihim! Akif, ne zaman, nerede olsa bir Abbas Halim bulurdu; Fakat ben bir Akif'i nasıl bulurum."
Muhammet Akif Ersoy'un Mısır'daki ilk yıllarında maişeti Abbas Halim Paşa tarafından karşılanıyordu belki. Fakat zaman geçtikçe paşanın da hem ekonomik hem de sağlık durumunda bozulma olmuştu. Bu durumu bildiğinden olacak ki Akif, izzet ve vakarına düşkün biridir ve çoğu zaman ihtiyacını ona dahi bildirmiyordu.
Abbas Halim Paşa için İstanbul'dan ayrılıp kendi memleketi de olsa Mısır'a Kahire'ye dönmek zordu. Kavalalı Mehmet Ali Paşanın torunu ve Vezir Halim Paşa'nın oğlu olan bu zat, küçüklüğünde ağabeyi son sadrazamlardan olan merhum ve şehid Said Halim Paşa ile Hidiv kasrında geçen çocukluk hatıraları vardı. Ağabeyiyle birlikte İsviçre'ye Siyasal bilgiler dalında yüksel tahsile gitse de yine İstanbul'a dönmüşlerdi. İşte onları İstanbul'a çeken kuvvet boğazın eşsiz manzarasından çok hiç şüphesiz Mehmet Akif olacaktı.
Ama durum Mehmet Akif cephesinde öyle olmayacaktı. İstiklal marşında söylerdi ya "Etmesin beni tek vatanımda cüda." O, Mısırda on bir yıl kaldı. Yüreği buruk, içi sızlanmış olarak kaldı. Koca bir imparatorluğun batmasına hazmedemedi belki. Hep hasretle ve hüzünle kaldı. Evet, yanında kadirşinas dostu Abbas Halim Paşa vardı. Fakat o hep yalnız ve yaralıydı. Oradaki dostları, ne Nil'in muhteşem güzelliği ne piramitlerin esrarengiz ihtişamı onu cezbetmişti. O sürgün ülkeden başkentler başkentine sürüklenen bir gemide yüreğiyle baş başa "canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda" dercesine yüreğiyle baş başadıru2026
Abbas Halim Paşa, yardımseverliği, zenginliğine rağmen gayet sade hayatı tercih eden mütefekkir bir prens; Mısır çölünde, M. Akif başucunda iken 1934'te vefat ederek dostunu yalnız bırakır. u00c2kif, bu ayrılıktan çok kederlenmiştir. "Oracıkta diz çökerek birkaç saat içinde hatmini" tamamlar. Donup kalır, ağlayamaz. Sonra "boynuna sarılarak; Canan niçin gittin?" der. Gözyaşları içinde defnettikten sonra, evine döndüğünde Mısır'da duramayacağını anlamış; Paşa'nın vefatı ona, babası ardından "on dört yaşında tattığı öksüzlük acısını, ikinci defa" tattırmıştır.
Yakın arkadaşı, Eşref Edib, Prens Abbas Halim Paşa'sız üstadı şöyle anlatmaktadır: "O, onsuz gurbet ellerinde nasıl yaşayabilirdi? Çok geçmeden o da hastalandı, artık orada duramaz ve öylece İstanbul'a dönmüştü."