MISIR-BOSNA VE TARİH
Gündeme bomba gibi düşen haber: “Mısır’da ilk seçilmiş cumhurbaşkanı olan MUHAMMED MURSİ mahkemede kalp krizi geçirdi.”
Dünya mahkemesinde kendi koydukları orman kanunlarına uymadığını düşünenlerin ellerinde yargılanırken, Allah kulunu kendi mahkemesine aldı.
Arkasında bir çok dualar ve güzel anılmalar bırakarak bu kutlu yürüyüşe ve mücadeleye hayatıyla şahitlik eden güzel insan, hiç tanımadığı binlerce Müslümanların, bütün dünya ülkelerinde gıyabi cenaze namazıyla toprağa verilmek üzere bu dünyaya veda etti.
O bir ümmetti. Kendi imtihanını verdi ve Hakkın rahmetine şahit oldu. Muhammed Mursi ne ilk ne de son olacaktı. Her zor dönem haksızlıklar karşısında mücadele veren yiğitleri bağrında barındıracaktı. Bu yiğitler de tarihe altın harflerle yazılacaktı.
Her dönemde bilge insanlar çıkacak ve arkasında bu bilgeyi anlamak için bir çok kitaplar yazılacak, bu güzel insanların kitapları okunacak ve onun gibi olma mücadelesi verilecekti. Böylesi bir mücadele veren Avrupa’nın göbeğinde bir bilge daha vardı: Aliya İzzet Begoviç...
Acıların izlerinin hala silinmediği Bosna topraklarında, tarihe bilge kağan olarak yazdığımız İzzet Begoviçin mezarı başındaydım geçen hafta. Bilge kağanın mezarı yaşayışı gibi sade, bir tabur şehidin içinde ibretlerle dolu bizleri karşıladı.
Rahman’ın bütün güzelliklerini, bereketli topraklarını sunduğu güzel topraklarda hayal kırıklığım ise kelimelere dökemeyeceğim şekilde çoktu. Acılar ne yüreklerden ne de binalardan silinmediği halde, gördüklerim ve şahit olduklarım bilge kağanın o topraklarda hiç anlaşılmadığıydı.
1990 yılında evliliğim akabinde Almanya’ya ilk bitmek bilmeyen yolculuğumu yapmıştım. Çok fazla sürmedi savaş patlak verdi. O yıllarda bir çok acıları dinledik canlı şahitlerden. Yüreklerimiz parça parça oldu. Elimizden de pek fazla bir şey gelmemişti. Aynı yollardan tam 14 yıl sonra anca geçebilecektik.
Savaşın izleri unutulmasın diye yerde bıraktıkları “savaş gülleri”nde değil, yüreklerde yer eden Tito sevgisindeydi. Rehberimizin iki kelimesinden biri Tito’ydu. Ve özlemler Tito gibi bir liderin olmasından yanaydı.
Ne zaman anlatacak diye beklediğimiz, bilge Kağan ismini verdiğimiz Aliya ise bütün gezi boyunca ağzından ancak iki defa çıkabildi.
Acılar ne yüreklerden ne de binaların üzerlerinde silinmemişti. Lakin beklentimiz hayal kırıklığı ile karşılık buldu. Misafirperver olmadıkları da bir gerçekti. Çok sıcak günlere denk gelmemize rağmen soğuk karşılayışlar, Almanya’da bile bu kadar beni rahatsız etmemişti.
Hele de kendini komünist Müslüman olarak tanıtan bir beyin bize İslam dersi vermesi bardağı taşıran son damla oldu. Ve Bosna’daki son saatlerimi ikinci defa Bilge Kağanın başında geçirmeme sebep oldu.
Bilge Kağanın başında beni duymadığını bildiğim halde ağlayarak konuşmalarım, belki de sitemlerim oldu. Gerçi sitemim ona değil onu anlamayan, davasını anlayıp anlatmayan halkınaydı. Sanki beni doğrularcasına başlarında öğretmenleri ile ziyarete gelen sanırım 6. ya da 7. sınıf okul öğrencileri oldu.
Öğretmenden tek duyduğumuz fatihaydı. Eller açıldı, ağızlar hareket etti ve hiçbir anlatımda bulunmadan ay yıldız şeklinde yapılan mezarının etrafından dolanarak çekip gidildi.
İşte benim koptuğum an, bu an oldu. Bütün şehir ayaklar altında, yatan şehitler de gözler önünde...Bir tarafta Osman’lı askerlerinin mezarları diğer tarafta da Bosna şehitleri, gazileri, etrafında acıların izleri, yaşanan evler ve dünyanın zevkleri...
Sonunda diller de ise; her evin önüne mezarlık dikseler, her baktığın yerde “her nefis ölümü ayrı ayrı tadacaktır” diye yazsalar yine de anlaşılmayacağı, özentiler ile hayatın sonlanacağı oldu.
Yine bu dünya acılara şahit olacak, bu acılar içinde analar yiğitler doğuracak, o yiğitler zamanın öznesi olacak, sonra ölümün acısını tadacak, arkasından edebiyatlar yazılacak ve tarih her zaman tekerrür etmeye devam edecek...
Ves-Selam