Millî Eğitim
Çocuk eline tebeşiri alarak kara tahtaya yazmaya başladı. Yazdı, yazdı, yazdı… Güzel yazı dersinde kara tahtaya ip gererek bir çizgi oluşturmuştu öğretmen.
Öğretmen, tebeşiri ipe sürte sürte ipin tozlanmasını sağladı. Böylece ip bembeyaz olmuştu. Öğretmen ipi gerdi, gerilen ipi tahtadan geriye çekerek birden bıraktı. Tahtada tebeşir tozundan bir çizgi oluştu. Bu düzgün çizgiyi takip eden çocuklar yazılar yazdı.
Bir ara sınıfa hademe girdi, sobaya kömür attı. İşini ciddiyet içinde yapan hademe sobaları birer birer takip ederdi. Zaman geçer, nöbetçi öğrenci elinde zil ile koridorda gezerek teneffüsü haber verirdi. Sevinçle bahçeye koşardı çocuklar, bahçede emme basma tulumbadan su içilirdi. Tulumbanın başı hep kalabalık olurdu. Öğrenciler avuçlarına aldıkları suyu içerdi. Öyle beslenme çantası filan yoktu. Bir dilim ekmek de yeterdi.
Zaman ne çabuk geçiyor. Her şey değişiyor. Her imkâna sahip olabiliyor insan. Yalnız her imkân başarı ve mutluluk getirmiyor. İmkânın olmadığı ama zorlu şartların olduğu dönemlerde ciddiyet ve disiplin içinde yürürdü eğitim. Herkes haddini, yerini bilirdi. Korku da saygı da sevgi de vardı. Öğretmen, her şeyden önce gelirdi. Öğretmen, saygıdeğer ve emin olunan kişiydi. Muteberdi öğretmen. Hele hele köy öğretmeni oranın her şeyiydi. Danışılan adamdı öğretmen.
Öğretmen kulak çekerdi. Çekilen kulak kızarırdı ama o çocuk büyük yanlışlardan dönerdi belki. Yüzünün kızarması yerine, olası yanlıştan dönen bir talebenin kulağının kızarması tercih edilebilirdi. Buna o dönemlerde kimse “şiddet” demedi. Şiddetti elbette şiddet olmasına ama niyet kötü değildi. Öğretmen yanlış yapmazdı! “Eti senin, kemiği benim.” derdi bir baba ve evladını emanet ederdi öğretmene.
Okul binaları… Okul binaları çoğu yerde tek tipti. Her yerde devlet yapısı olduğu anlaşılırdı. Mozaik zeminler pırıl pırıl… İçi tuğlalı dik sobalar sınıfın ortasında. Etrafında öğrenciler.
Bayramlar sadece okulların değil, köyün, kasabanın da şenliği idi. Yıl sonu müsamereleri hayatında hiç tiyatro görmemiş insanlar için kaçırılmayacak bir gösteri idi. Yıllarca anlatılan böyle okul müsamereleri vardı. Böyle gösterilerde rol alan çocuklar ne fiyakalıydı! Gösteri sonrası herkesin alkışladığı çocukların her biri artık Yeşilçam’a aday idi. Yetenek, bilgi, öz güven hepsi bu sahnede idi. Veliler çok mutlu, takdir edilen öğretmen biraz mahcup ama gururlu bir şekilde tebrikleri kabul ederdi. İşte millî eğitimdi bu veya millî eğitimdendi yapılanlar.
Yıllar yılları kovaladı, zaman geçmişten günümüze bir kapı araladı ve teknolojik imkânlar çağına kavuştuk. Önlükler karaydı ama yazgılar hep aktı. Önce önlüklerin rengi değişti. Mavi oldu önlükler, hayalin rengiydi mavi. Yakalık yine beyaz kaldı. Kara tahta değişti. Tebeşirler rengârenk oldu. Şimdi, bunlar çok eski zamanlarda kaldı denilebilir. Zaman eskimez oysa! Eskiyen eşyadır.
Gelelim bugüne. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın açıkladığı "İkinci 100 Günlük Eylem Planı" çerçevesinde eğitime dair yenilikler de var. Hep yenilik dikkat çekiyor. Öncekine “eski” diyerek uzaklaşıyoruz. Oysa eğitimin daha doğrusu maarifin eskisi olur mu? Maziden ders almak gerekmez mi? İkinci 100 günlük planda dikkat çeken nokta maddi imkânlar. Öğretmenlerin maaş göstergesi, yeni sınıflar, yeni okullar, sınavsız geçiş falan… Tüm bunları bir tarafa bırakıp bir şeye odaklanmak lazım. Dışı oldukça güzelleşen maarifimizin içi nasıl? Zarf güzel, ya mazruf?
2023 Eğitim Vizyonu Belgesi’nin felsefesi hayata geçerse “millî eğitim” gerçekleşir. Modern binalar, teknolojik imkânlar çocuğa millî kimlik kazandırmıyor. Bir öneri olarak diyorum ki her okulda sobalı, kara tahtalı, tebeşirli, tepegözlü bir sınıf olsa. Belki dünü unutanlar hatırlamış olur.