Midemizin nabzını ölçmek
Yeme içmenin hayatı nasıl etkilediğini, yönettiğini söylemeye gerek var mı? Açken yaşamımız duruyor. Doyunca kaldığı yerden devam ediyor.
Bir yıl hep aynı geçiyor.
Sabah kahvaltı, öğlen geçiştirme, akşam yemek, çay… Hadi çerez. Olmadı meyve… Maşallah. Bolluk bereket. Eğer ulaşabildiğimiz her evde, sofrada, masada bu veya buna yaklaşık bir eşitlik yoksa vay halimize. Diyet etmeyelim Allah rızası için. Diyete gerek olmayan şekilde az yiyelim daha iyi. Usturuplu bir kusma biçimi gibi sanki hem de parayla kimi diyetler. Spor adı altında spordan başka her şey olan etkinlikleri şimdi konuşmayalım. Ona da sıra gelecek.
Bir yılın hep aynı geçmemesi için galiba ilk hareket yemek saatlerini değiştirmek.
Allah bu devrim fırsatını sunmuş bir ibadet teklifiyle. Zorla değil. Kabul edersen. Müminleri ilgilendiren bir durum bu. Öyleyse mümin olmayanın yükselmesine ve karışmasına gerek yok. Doğrusu sürgit yeme içme tekrarında ve sıradanlaşmasında müminler için çok büyük devrim şu oruç!
“Açlık emrine şükür!” Denilecek kadar… Vallahi emir olmasaydı kimse bu kadar düzenli ve hep birlikte yapmazdı… Emrini sevdiğimiz ey!
Yemek saatleriyle oynayarak, gün arasından bir-iki öğünü çekerek günü midenin kontrolünden çıkarmak. Sanki kalbimizmiş gibi günün, ömrün tahtına çökmüş mideye “Hele sen bi’ in oradan!” deyivermek. Tıka basa değil, vucudiyetimizde hayalen gezinebileceğimiz bir ferahlıkla yaşamayı denemek. Başrolü tokluğa değil, açlığa vermek. Aç gözlülüğe bizzat atılan usturuplu bir tokat. Açlıkla gelen sönüklüğe, bedenin süzülmesine karşılık ruhun daha kanatlanabilir bir gök elde edişi. Ruhun ayağına bağlanan cesedin hafifliği… Ferahlık. Her gün, her an bir basamak, bir basamak daha derine inmek. Kendi mahzenine. Hiç uğranmamış iç sokaklarında fink atmak. Vakit çok. Ha sofra kurdum kaldırdım, ha yedim içtim doydum doymadım telaşının olmadığı vakitler yakalamak. Bu gönül tokluğunun nereden geldiğinin peşine düşmek. Yaşamın hızını kesmek. Neymiş o telaş? Neler yermiş, neler içermişiz? Ne doymak bilmezmişiz. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda imiş. Biz önde yer-yutarken arkamızda açlar varmış.
(Çok ta matah değil. O kadar edebiyat yapacak bir şey yok aslında. Ama işte insan. Ufak bir şey yapar. On saat anlatır. Yazar. Çizer. Kendi iyiliği, yararı için yaptığını ballandırır durur. Bırakalım yazsın… Ellemeyin oyalansın.)
Kahvaltıyı güneşten sonradan alıp, güneşten önceye çekmek. Normal bir güne göre olmadık bir saatte kalkıp bir şeyler yemek. Uykulu uykulu. Açlığa hazırlık için gecenin bir vakti doymaya çalışmak. Kahvaltının günümüzden alınmasıyla gelen boşluk… Çay kaşığı sessizliği. Telaşsızlık. Normalde özgürce yiyip içtiğimiz ve aslında helal/serbest olan her şeye özel bir ibadeti gerçekleştirmek için uzanmamak. “O! İradem varmış!” Diyebilmek. Kızarmış ekmek, tereyağ veya sıcak çay… Akşama kadar bir süreliğine haram gibi. Dokunulmaz. E napalım.
Mümin olmanın farkı. İrade göstermek! Allah için herkesin ötesinde bir şey yapmış olmak tadı!
Kıskanma! Sen de inan sen de yap! Sıra dışı bi’şey bu! Herkesten farklı olarak Allah’a bağlı özel birtakım hareketlerde bulunmak. Herkes kahvaltı yaparken, senin yapmaman. “Ene sâimun!” Yok. Arapçasını demiyelim. Kibirmiş gibi oluyor. Olmadık konularda sanki Türkçe karşılığı yokmuş gibi İngilizce konuşanlara dönmeyelim. Dil bilelim. Ana dilsizleşmeyelim. “Ben oruçluyum. “ demek. Hatta dememek. Sessizce. Midenle Allah arasında bir gelgitle… Tamam. Kaç gün? Tam bir ay. Otuz gün yani.
Enteresan… Pekala neden?
Neden basit kalır. Hikmeti var illa.
Hayatta tek konumuz “Ne yiyeceğiz?” olmasın diye belki de. Çok abarttığımız, doyumsuzluk yaptığımız bir konunun aslında basit bir doyma konusu olduğunu dünya gözüyle görebilmek belki de…
Doyumsuzluğun sorgulanması. Aç gözlülüğümüzün…
Sonrasında doymamızı konuşalım. Beslenmemizi sorgulamakla devam edelim. Yediğimiz, içtiğimiz şeyler gerçekten yememiz içmemiz gereken şeyler mi? Nitelik ve oran olarak… Doğal mı, faydalı mı, az mı, çok mu?
Helal mi haram mı? Yeme içme özgürlüğümüzü nasıl yaşıyoruz?
Bugünlerde helal olduğu halde bile isteye uzanmadığımız bu nimetlere, bu tokluğa ellerinde olmadan uzanamayan, yiyip içemeyen niceleri var mı?
O da soru mu? Tabii ki var.
Neden herkes eşit beslenmiyor bu dünyada?
Bu dünyada açlıktan ölenlerin sayısının, bilinçli bilinçsiz aşırı tokluktan ölenlerin sayısına oranı ne?
Bir aşırı tokluğa, israfa kaç yokluk, açlık düşüyor? Neden gökten her şey indiği, yerden her şey bittiği halde, insan insandan sakınıyor sofrayı?
Eşit doymak ve eşit kalkmak için hayata neler yapabiliriz?
Kimse aç kalmasın hareketinden başka nedir ki oruç?
Eşit tokluk eyleminden başka nedir ki?
Az doymak ve çok doyurmak etkinliğinden başka nedir ki?
Dünyaya inmiş bir gök sofraya eşit oturmak, büyük insanlık ailesi, sülalesi olarak hep birlikte oturmadıkça yemeye başlamamak eylemi değil de nedir ki?!... oruç.