Mevlâna'ya yabancı ama!
1926’da Türk Musiki Cemiyeti’nin bütün faaliyetleri durduruluyor. Türk müziğine uygulanan bu yasaklama tastamam 50 yıl sürüyor.
Hani “Batılılaşacağız”
diyerek “Batıcılaşma” saplantısının din-iman sayıldığı o meş’um dönem
var ya, işte o dönem bu milletin yüreğinden, kültür ve örfünden, destan ve
kahramanlıklarından neşet eden müziğini de kültürünü de dilini de harflerini de
kitaplarını da yasakladılar.
Ama aynı
tarihte adeta taptıkları Batı’nın Müziği kurumlarda, evlerde, lokanta ve
kahvehanelerde, barlarda, pavyonlarda yankılanır oldu. Millet tanımadığı, müzik
damağına uymayan bu gürültüyü dinlemek zorunda bırakıldı. Batı Müziği’nin
her türlü faaliyetlerinin önü açılıyor, destekleniyor, teşvik ediliyordu.
Atatürk, Sarayburnu'nda
dinlediği icra ve yorum olarak kötü bir musıki ekibine sitemle söylediği: "Bu
musıki bizim heyecanımızı ifade etmekten uzaktır" sözü Batıperestler
için bulunmaz gerekçe olmuştu. Bu sözü gerekçe gösteren Batıcılar, bir süre
sonra Türk musıkisini radyolarımızdan kaldırdılar.
Bu uygulama
uzun süre devam etmişti.
Atatürk’ün “yanlış
anlaşılan” o sözünden sonra müziğimizin dışlanmasına ilişkin karar
1926'nın 25 Ekim'inde o sırada İstanbul Valisi olan Muhittin
Üstündağ tarafından açıklanır:
Alaturka
musikiye elveda! Resmî müesseselerde alaturka musiki ilga edildi, artık bu
musikiden tarih derslerinde bahsolunacaktır…
Vali
Üstündağ’ın açıklaması resmi bir açıklamadan öte, karardan duyduğu sevinci
gösteriyor. 50 yıllık gaflet ve dalalete bir Allah’ın kulu itiraz etmiyor ve
ancak 1976’da yeniden Türk Musiki Cemiyeti ile ilgili ucube yasak kaldırılıyor.
Batıcılık,
değerlere yabancılaşma
Bu
yabancılaşma serüvenimiz bütün değerler için söz konusuydu. Batıcılar, en
önemlisinden en önemsizine kadar “bize ait ne varsa” ona düşman oldular.
İnsanımıza, örfümüze, adetlerimize, kültür ve inancımıza yabancılaşalım ve bu
değerlerimize düşman olalım istediler.
Mesela,
Bu ülkede ırkçılık
boyutuna vardırılan Türkçülük ideolojisinin tutması için idam sehpaları
kurulurken Anadolu insanına Dante tanıtılıyordu ama öz be öz Türk olan Farabi
tanıtılmadı, İbn Sina tanıtılmadı, Hemedanî, Yusuf Has Hacip ile ilgili
bilgiler karartıldı. Bu ülkenin evlatlarını iftihar edeceği filozof, ilim ve
irfan ehli atalarını tanımaktan mahrum bıraktılar.
Düşüncesini,
felsefesini anlamadıkları Yunanlı Aristo’yu tanıtırken, Muallim-i Sani
Farabi’ye ambargo uyguladılar. Mozart’ı göklere çıkarırken, bizden olan ve “ses
teorisi”, “ses aralıkları” konusunda dahiyane bilgileri ortaya koyan
ve insanlığa sunan Farabi’nin bu konudaki eserleri Türkçe’ye tercüme edilmedi.
Dünyada
felsefesi ile birlikte tıp alanında asırlarca başucu kitabının sahibi İbn Sina’ydı.
Ama bürokratlarımızın İbn Sina hakkındaki bilgisi “Koca-karı” türü tedavici
biri dışında bir bilgisi olmadı çünkü onu okumadılar.
Bu değerlerimizin
üstünün örtülmesinin sebebi açıktı: Cumhuriyetin genç nesli Müslüman bilgelerle,
bilginlerle tanışmasın ve kendi milletini, inancını ezik, işe yaramaz olarak
öğrensin ve böylece kölesi olduğumuz Batıcılığa ram olsun.
Mevlana’yı
tanıyor muyuz?
Geçtiğimiz
Cuma akşamı Şeb-i Arus idi. Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin er-Rumi’nin
vefatının 748. yıldönümüydü. Bu ülke 1940’lı yıllarda eğitim ve kültür alanında
öyle yabancılaşma politikaları güttü ki halkın kahir ekseriyeti tarafından bu
yüce gönül insanı, “Ha, Konyalı Mevlana” olması dışında başkaca bir
vasfı ile tanınmadı. Hala insanımızın Mevlana’ya dair bildikleri tek şey: Ne
olursan ol yine gel! sözünden ibarettir. Oysa dünyanın dört bir yanından bu
büyük mutasavvıf ve mütefekkirin eserlerini okuyarak İslam dini ile şereflenmiş
binlerce, on binlerce insan var.
Mevlana’yı,
Mesnevi’yi bilmeyen, tanımayan bu milletin evlatları, Milli Eğitim ve Kültür
Bakanlıkları tarafından yapılan çevirilerle, sergiledikleri oyunlarla,
arpalıklarından beslediklerinin çevirdikleri “dolaplarla” Romeo ve
Juliet’i, William Shakespeare’i çok iyi öğrendi. Kültür Bakanlığı para
harcamadığı lüzumsuz iş bırakmadı lakin ciddiye alabileceğimiz, milletin hayranlıkla
izleyebileceği bir dizi, bir film, farklı bir yapıt ortaya çıkarmadı.
Selçuklu ve
Osmanlı muvaffak olduysa biz de dünyaya örnek olabiliriz;
Değerlerimize
sahip çıkarak,
Ama önce
değerlerimizi tanımakla işe başlamalıyız.