Mevlana ve pazara düşürülen aşk
Şam’da kalabalığı yararak Mevlana’nın yanına kadar gelen biri, kolundan tutarak ona; “Ey Dünyanın sarrafı beni anla” dedi ve gözden kayboldu. Mevlana arkasından koştuysa da bulamadı.
Yıllar sonra 1244 yılının Ekim ayında Pamukçular Medresesi’ndeki dersinden çıktığı bir vakitte, evine doğru yol alırken esmer benizli, yanık yüzlü biri katırının ipini tutarak ona bir soru sordu. “Ey dünya ve mana âleminin sarrafı, söyle bana; Hz Peygamber Muhammed Mustafa mı büyüktür yoksa Beyazid-i Bestami mi?
Hz. Pir, düşünmeden cevap verdi. “Elbette Hz. Muhammed, en büyüğüdür.” Derviş görünümlü bu meçhul kişi bu sefer de şöyle bir soru sordu. “İyi ama Muhammed Mustafa; Ya Rabbi, seni tesbih ederim. Biz seni layık olduğun veçhile bilemedik buyurduğu halde; Beyazid-i Bestami ‘ben kendimi her şeyden duru kılarım, benim şanım o kadar büyüktür ki içinde Allah’tan başka bir varlık yok’ demekte buna ne buyurursunuz?”
Hz. Pir, aşağıya indi ve bu çarpıcı sual karşısında az kalsın kendini kaybedecekti. Bu suale de şöyle cevap verdi. ”Hz. Muhammed, günde yetmiş makam aşıyordu. Her makam ve mertebeye varınca da evvel ki makam ve mertebesinden istiğfar ediyordu. Bestami ise vardığı tek makamın yüceliğinden kendinden geçti ve böyle söyledi.”
Bu cevap karşısında meçhul adamı ayakta zor tuttular. Bu kişi Mevlana’nın yıllar önce Şam’da gördüğü Şems’ten başkası değildi.
Böyle başladı bu müthiş hikâye. “Bize rüyamızda peygamberimiz hırka giydirdi, sohbet hırkası diyen” bu iki muhteşem insan, suyu pınarından içen, aşk şarabıyla serhoş olan iki gönül insanıydı. “Bal içindeyiz, kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz” demişti Şems. Bugün kavanozu yalıyormuş gibi yaparak, bal yediğini sanan sözde pazar âşıklarının dillendirdiklerinden çok farklı bir şey bu.
Şems, aynı güneş gibi durduğu yeri sabitlemek için sürekli hareket halinde olan bir hakikat yolcusuydu. Mevlana ise “Gâh güneşe benzerim gâh incilerle dopdolu denize, gönlümün içinde bir gökyüzü var dışında da yeryüzü” diyen aşkın, aşıkı… Onlar dünyadaki âlem küpünün içinde birer bal arısı gibi uçup duran hikmet yolcusuydular…
Mevlana, günlerce uyumadan aç ve susuz kalarak nefsine hâkim olmuş, dünya nimetlerinden uzak kalmış ve böylece tasavvufun ilk basamağı olan takvaya ulaşmıştır. Takvaya ulaşanlar ise nefse galip gelerek cezbe ve aşk hayatına ulaşırlar.
Aşk âleminde kendilerinden geçerler ve zikirleri hep Allah olur. Her zerreleri Allah ile dolunca Sülük devresinde “Fenafillah” makamına ulaşırlar. İşte Mevlana da bu devrelerden geçerek Kemal’e ermiştir.
Hani bir başka gönül insanımız Yunus’un dediği gibi; “Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere. Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu” diyerek, kartal yani nefislerini sallayıp yere vurmuş insanlardı.
“Dünya şarabı ağızdan, aşk şarabı ise gözden içilir, dudaktan verilir, kulaktan alınır ve insanı serhoş eder, tüm günahlarını yakar atar insanı, aşk sultanına ulaştırır” diyordu Mevlana. “Yanıma gel hele şu ateş gibi şarabı bir iç, iki elinle tut aman dökülmesin” diyerek de aşk ateşiyle nasıl yanıp kavrulduğunu anlatıyordu.
İnsan böyle aşık olunca, ölmek acı verir mi? O yüzden Rabbine, “Ölmek şeker gibi tatlı bir şey canı aldıktan sonra. Seninle olunca da tatlı candan da tatlıdır ölüm” diyordu. Şems, Mevlana’da peygamberimizi, Mevlana da onda kendisini görüyordu.
Arifin kalbini inleten ve içindeki gizli sırları harekete geçiren aşktır. Aşk kelimesi sarmaşık demek olan ışk kelimesinden türemiştir. Sarmaşığın sarıldığı her yeri kaplaması gibi aşk da girdiği kalbi kaplar ve kendine esir eder.
İşte Mevlana’nın Şems’de bulduğu Allah aşkı da böyleydi. Birbirleri içinde eriyen iki varlık haline geldiler. Allah’ın tecellisi içinde ikisi de yok olup gittiler. Onları arayıp bulmak mümkün değildi.
Ve avam takımının hoşnutsuzluğu. Birden kaybolunca Şems, dünyası durdu Hz.Pir’in. Cihanın yaraşığı, güneşi, gönlü, hakikat yolcusu gidince kör kuyularda buldu kendini. Bu ayrılık acısını buraya yazmaya bile insanın gönlü elvermiyor.
Şimdi böyle bir aşkı, bedenî aşka indirgeyen terbiyesizlere diyecek lafımız yok. Hazin olan Mevlana’nın, Şems’in ve aşkın piyasa malı muamelesi görmesidir. Elif Şafak, Ahmet Ümit türünden yazarlar eliyle ayağa düşürülmesidir. Mevlana kapitalizmin ürettiği bir marka değildir, olmamalıdır. Düğünde dernekte, doğum günü partilerinde meze edilemez. Mevlana’yı bu pazardan kurtarmak mecburiyetindeyiz.