Metalaşma ve özgürlük
Karl Marx, kendi döneminde kapitalizm ile birlikte açığa çıkan kitlesel emek gücüne, metalaşmaya ve yabancılaşmaya dikkat çekmişti. Çok geniş anlamda insanın madde için araçsallaşmasının önünü açan metalaşma daha sonraki süreçte te hız kesmedi. Zira geçtiğimiz yüzyıldan bugüne gelinceye kadar maddenin belirleyiciliği ve bunun ortaya çıkardığı kriz kendisini ciddi boyutlarda gösterdi.
Metafizik anlam göndergelerinin bir referans olmaktan çıkması ile başlayan süreç, tüm insanlık için geçerli olabilecek bir “anlam” üretemedi. Onun için şimdi “yüce insanlık ideali” şeklinde kurulan cümlelere herkes kuşkuyla yaklaşmakta, bu tür evrenselleştirici, iddialı, bireyin sınırlarını aşan düzlemlere ironi ile yaklaşmaktadır. Öyle ki, Leibniz’in penceresi olmayan monadlarının kendi çeperine sıkıştırılmış hali olan dar mahallelerde kendini avutmak ve “ben” diye başlayan cümleler kurmak yükselen bir trend haline gelmiş bulunuyor.
Metafizik anlam göndergelerinin kaybı fakat buna mukabil kendi içkin düzleminde bir anlam yaratamamanın yarattığı kriz, öncelikle insanın sıradanlaşması ve Charles Taylor’ın ifadesiyle “varlık zinciri içindeki konumunu kaybetmesiyle” sonuçlanmıştır. Bunun birinci anlamı; insanın Tanrı karşısındaki ciddi muhataplığının sona ererek sıradanlaşmasıdır. O, artık varlığın özü değildir. Şeyh Galip’in “hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen/Merdum-i dide-i ekvan olan âdemsin sen” ifadelerindeki konumunu kaybetmiştir. Peki insan şimdi kimdir? Bu dünyada ne işi vardır? Bu soruların cevabı; metafizik göndermeler olmazsa kocaman bir hiçtir.
Taylor’ın ifadesiyle varlık zinciri içerisinde insanın konumunu kaybetmesi, her şeyden önce anlamını kaybetmesi demektir. Bu konumlanma sonucunda iki insan birbiri için ne ifade ederler? Hemen söyleyelim. İki insan bu mentalitede ancak birbirleri için maddi kazanç oluşturuyorsa bir mana ifade ederler. Yunus Emre’nin güzel bir dörtlüğünü burada hatırlayalım: “Elif okuduk ötürü/bazar eyledik götürü/yaratılanı hoş gördük/yaratandan ötürü.” Bir felsefenin bu kadar veciz bir şekilde böyle dörtlükte anlatılması ne kadar güzel bir şey. Yani iki insan arasındaki ilişkiyi “Tanrı” üzerinden kuruyor; aslında başka şiirleriyle de birleştirilse, insanı da diğer varlıkları da yerli yerine oturtuyor ve onlara amaç yüklüyor.
İnsan arasındaki ilişkiden Tanrı çekilince, sıradan bir materyale dönüşen insanın herhangi bir bitki ya da maden gibi alınır satılır metaya dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu insan mentalitesi ile kurulan dünya ise, her şeyin güce teslim edildiği, insanın korunaksız, sığınaksız ve merhametsizce ortada kalakaldığı bir düzlemdir.
Açıkça söylemek gerekirse, içinde yaşadığımız dünya gücün tasallutu altında insanın metalaştığı bir dünyadır. Bios’un çeperlerinde ve hassasiyetlerinde sürdürülen bir hayatı Mehmet Akif, “demirci körüğü de nefes alır ve verir” diye tanımlamaktaydı. Bu hayatın aynı zamanda özgürlük konusunda da insanı malül hale getireceğini tahmin etmek güç değil. Fakat yaşanan hayat insana öyle bir vitrin sunmaktadır ki, insan metalaştıkça özgür olduğunu zannetmekte; faniliğine bakmadan teknolojiye güvenerek Tanrı’ya meydan okumaktadır.
Hiçbir varlık kendi potansiyelinde olmayan bir imkana sahip olamaz. Mutlak varlık değilsen, mutlak özgür de olamazsın. Midenin her talebini karşılayan değil, onu biyolojik yaşamını sürdürecek kadar doyuran nispi özgürlük kazanır. “Hiçbir isteğini erteleme” mottosunun özgürlüğü mü yoksa köleliği mi getirdiği iyi düşünülmelidir. Fakat özgürlük olarak sunulan köleliğin vitrini çok cazip.