META-ANLATIYA DEVAM
Gerek siyaset gerekse toplum okumalarında, "büyük resmi" görememek, artık biraz da zamanın aurası ile ilgili. Çünkü post-moden dönem, bütün meta-anlatıları değersizleştirdiği için olaylara anlıksal ve küçük küçük parçalanmış zaviyelerden bakılmaya başlanıyor. Meta-anlatı, tarihin başından sonuna kadar tüm zamanları ve olayları açıklayabilecek evrensel açıklama modelleri kurmaktadır. Sözgelimi; bir meta-anlatı olan Marksizm, Marx'ın Kominist Manifesto'sunun ilk cümlesinde geçen "Bütün tarih sınıf savaşlarından ibarettir" cümlesi üzerine dayanır. Yine bu bağlamda bir meta-anlatı olan İslam, tarih boyunca tüm insanlığın mücadelesini bir hak-batıl dualitesine dayandırır. Kur'an-ı Kerim'de anlatılan tüm peygamberlerin hayatı ve detaylar ancak bu çerçevede anlamlı hale gelirler. Meta-anlatılar, tüm tarihi ve toplumları evrensel olarak açıklayabileceğini varsayarlar.
Ancak metaanlatısı olan düşünce, felsefe ve dinlerin bir ideoloji üzerine oturmaları mümkündür. Postmodernlik ise, ideolojisi olmayan bir ideolojidir. Tüm tarihi ve toplumları açıklayabilecek bir evrensel tezin olmadığı; her iddianın ancak kendi sınırları içerisinde geçerli olabileceğini ileri sürmektedir. Sonuçta, bütün düşünce ve yaşam biçimlerinin aynı anda onaylanabileceği bir fikirsel düzleme ulaşılır. Bunun pratik sonucu ise, tüm dünyayı Batı'nın ürettiklerini tüketmekte eşitlemesidir.
Erbakan'ın "Davam"da Kur'an-ı Kerim'in metaanlatısını ortaya koyarak işe başlar. Bu bağlamda, temelde iki zıt perspektif söz konusudur. Birincisi, Hakikati, gerçeği üstün tutan anlayış. İkincisi de, gücü merkeze alan anlayış. Bunlar sırasıyla Hak ve batıl olarak isimlendirilirler. O, Müslümanların temel görevinin "Hak"kı hakim kılmak olduğunu; siyasal, sosyal, kültürel boyutları bir bütün olarak insanlık için mücadele etmek gerektiğini savunur. Hatta siyaseti dışarıda tutmak isteyen yaklaşımların, "Kur'an'ın bir kısmı bizi ilgilendirmiyor" anlamına geldiğini belirtir.
Erbakan, böyle bir temel zeminden günümüzün dünya sistemini ve konjonktürünü okumaya girişir. Bu bağlamda, en önemli görevlerden birisi, paylaşım ve bölüşümde dünyada global bir adaletsizliğin hakim olduğundan hareketle, bütün sömürülere son vermektir. Erbakan, bu sömürülerin temel aktörlerini dünya sisteminin lordları ve Siyonizm olarak görmektedir. Dolayısıyla, bu sömürüye son vermedikçe, temel sorunun çözülmeyeceğini ve detaylar etrafında dolaşılacağını özenle vurgular. Yani, birinci sorun, dünya lordlarının, diğerlerinin emeğini ve hakkını küresel ölçekte gasp etmeleridir.
Erbakan, kitabında bu sömürüyü yurtiçi ve yurt dışından örneklendirir. Mesela, Türkiye bölgede bir güç olmaya dolayısıyla dinamikleriyle "kendisi" olmaya çalışırsa, Batılıların Türkiye'ye çizdikleri sınırın dışına çıktığı için Türkiye, iç ve dış müdahalelerle sarsılır. Erbakan, kendi döneminde kurdukları havuz sistemiyle devleti dolandırmaya kalkanların hesaplarını bozmuş; D-8 gibi ileride İslam Birliği'ni gidecek oluşumların temelini atmaya çalıştığı için, dünya lordları ve onları iç uzantıları tarafından iktidardan edilmiştir.
Şimdi tam da kavşak noktasına geliyoruz. 28 Şubat sürecinde Erdoğan, Gül ve onun ekibi, farklı bir söylemle Erbakan'dan ayrıldılar. Belki bunu Müslümanların artık dayak yememesi için yaptılar. Bunu kınıyor falan da değilim. Bir başka dil tutturmayı denediler. Bu, hem dünya sistemi ile hem de Türkiye'deki iktidar sahipleriyle bir uzlaşmayı ifade etmekteydi. İktidarının ilk beş yılında Erdoğan, bu politikayı devam ettirdi. Aslında, kendi meşruiyetini sisteme kabullendirme gibi bir süreç yaşanmaktaydı. 367 krizi, AK Parti kapatma davası, Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi krizlerden çıkarak iktidarını sürdürdü.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Mit müsteşarı krizinden Gezi Parkı ve 17 Aralık operasyonlarına kadar meydana gelen tüm olaylar, Erdoğan'ın kendisine çizilen sınırların dışına çıkma taleplerinden kaynaklanmaktadır. Dünya sisteminin lordları, kendi çizdikleri sınırların dışına çıkanları kendi yöntemleriyle cezalandırmak istemektedirler. Evet, Menderes, Özal, Erbakan tam da bu sebeple iktidardan düşürüldüler. Temel mesele, dünya sisteminin işleyişine bir başka biçimde çomak sokup sokmamaktır. Üslup, tarz siyasette tabii ki önemlidir. Ama Erbakan'ın sadece üslubundan dolayı iktidardan gittiğini düşünmek hiçbir şeyi görmemektir.
Uyuşma ve uzlaşmacılık, dünya sisteminin literatüründe dünya sisteminin lordları lehinde işleyen düzenini, üretim tüketim dengesini bozmamak anlamına gelir. Yani onlar bu kelimelere böyle anlam verirler. Sonuçta Erbakan'ın başına geleni, süreç olarak Erdoğan da yaşıyor. Buradan çıkarılacak ders ise, Müslümanların kendi kaderlerine sahiplenmeleri gerektiğidir. Belki Arınç'ın, şimdi Erbakan'ı daha iyi anlıyoruz mealindeki sözlerini bu çerçevede anlamlandırmalıyız. Dikkat ediyor musunuz, film ve hikayeler birbirine ne kadar benziyor. Bir "dava"nız varsa, er veya geç Türkiye olarak dünya sistemi ile hesaplaşmaya da hazır olmalısınız. Ya da onların verdikleriyle yetineceksiniz. Erdoğan, yolsuzlukların hesabını kim olursa olsun mutlaka sormalıdır. Fakat dünya sisteminin lordlarına refah payı olan Ahmet dayının gasp edilen alınterinin Erdoğan'ın kanına dokunduğunu da düşünüyorum. Hikayemizi kolektif hale getiren nokta da zaten burası.