Meta anlatı fakat öznel tecrübe
Postmodernlik, küreselleşme ve tüketim toplumu ekseninde öznelliğin bugün için gündelik hayat ve ilişkilerde belirleyici hale geldiğini görmekteyiz. Hatta son kertede “kamusal” ya da “kolektif” içerikli sorunların da öznellik üzerinden çözümlenmeye çalışılması günümüzde bir gerilim de üretmektedir.
Premodern dönemde “hakikat” insandan bağımsız nesnel olarak bir varlığa sahipti. Hakikat ve dış dünyadaki gerçeklik insan öznelliğine bağlı olmadığı gibi tam tersine insanın hakikat çerçevesinde öznelliğinin değişmesi esas alınmaktadır. Burada öznellik bir boyutuyla istikrarsızlığı diğer boyutuyla sınırlanmadığı zaman nereye gideceği belli olmayan arzuları da tanımlamaktadır. Zaten premodern dönemde bir öznellik olarak insanın arzularının kontrol edilmesi esas kabul edilmekteydi. Dolayısıyla insanın bizzat kendisinin değişmesi üzerine bir ahlakilik inşa edilmişti.
Modern dönemde hakikatin merkezi “Tanrı”dan insana doğru kayarken, Bacon’dan başlayarak insanın çevresini değiştirmesi temel bir fikir olmuştur. Dolayısıyla modernlik insanın dış dünyayı değiştirmesi üzerine kuruludur. Diğer yandan insanın modern dünyada merkezi bir öge olması, bireyi öne çıkarmakla birlikte bugünkü anlamda bir öznelliği henüz görememekteyiz. Bunun sebebi, aklın bütün insanlarda aynı şekilde işlediği ve tarihi devinimde aynı güzergahı izlediği şeklindeki modern varsayımdı. Nitekim lineer tarih çizgisi üzerinde Batı’nın en ileride diğer toplumların ise Batı’nın gerisinde olduğu argümanı, diğer toplumların da aynı güzergahı izleyeceğini garanti etmekteydi.
Descartes’ın dış dünyanın merkezine kendisini yerleştirmesinin ardından Kant’ın fenomenal dünyanın algılanmasını insanda içkin kategorilerle imkan dahiline sokması insanın merkeziliğini vurgulamaktaydı. Böylece süje ve obje arasındaki ilişki düalist bir biçim alırken öznellik ve nesnellik de buna bağlı olarak kurumsallaşmaktaydı. Bu durum uygun yöntemler kullanıldığında, dış dünyanın bilgisinin süje tarafından elde edilebileceğine dair kesinlikle garanti edilmekteydi. Böylece süjenin eşyaya dair “açıklama” yapması imkan dahiline girerken ortaya çıkan nesnellik tüm insanları bağlayan bir hakikate dönüşmekteydi. Modern dönem bu mentalite üzerinden dünyayı ve tarihi açıklayabilecek meta anlatıları ortaya çıkardı.
Meta anlatılar “açıklama” modellerinin tüm tarih ve dünyayı her halükarda tükenmeden kapsayabileceği bir içeriğe sahip olduğu gibi paradoksal olarak insanı idelojiler lehinde nesneleştirmekteydi. Süje ile obje arasındaki temsil krizi, nesnelliğin imkanını sorgulamaya açınca postmodernlik zorunlu bir sonuç olarak öznelleşmeyi ortaya çıkarmış; her bir özneyi, onun fikri ve tecrübelerini biricik hale getirmiştir. Birey daha da parçalanarak öznel özneler yaratılmışlardır.
Şimdi gelinen noktada insandan bağımsız bir dış dünya ve gerçeklik bulunmayacağı yargısı üzerinden öznel tecrübe merkezi bir konum kazanmıştır. Öznellik tek tek bireylerin dünyayı algılama opsiyonları ve dünya(lar) yaratma kapasitesi çerçevesinde bir istikrarsızlık ve çeşitliliği tanımlamaktadır. İstikrarsızlık kavramının ortodoks düşüncede ifade ettiği negativite, postmodernlikle birlikte yerini olumluluğa bırakmaktadır. Burada en temel problem; öznelliklerden nasıl bir kamusallık inşa edileceği üzerine yoğunlaşmaktadır. Ancak şimdilerde sosyolojinin de bu öznellikleri açığa çıkarma işlevini üstlenmesi, hermenötiği daha da öne çıkarmaktadır. Bu bağlamda Zygmunt Bauman’ın yeniden kritik edilmesi gereklilik gibi görünmektedir.
Fakat burada iki soru öne çıkmaktadır; birincisi, öznellikler toplumsal yaşama bir çeşitlenme getirse bile, uzlaşıya dayalı bir kamusallık ve dünya kurmak mümkün müdür? İkincisi, her öznel anlatının dünyaya tutunmak için hala bir meta anlatıya ihtiyaç duyduğu görülmektedir. Meta anlatıya tutunmayan hikayeler ise “mistik” anlatıların “an”lık zamanları kadar ömür yaşamaktadırlar.