Mesele İsveç ve Finlandiya mı?
Devletlerin var oluş amaçları toplumlarının geleceğini, güvenliğini, refah ve mutluluğunu sağlamaktır. Bu amaçların gerçekleşmesi için devletlerin uyguladığı siyasetin başlıca vasıtası güçtür. Güç: Bir devletin istediği sonuçları elde etmek ve bu sonuçlara ulaşmak için gerekirse başka devletlerin davranışlarını değiştirme yeteneğidir.
Hegemonya siyasetini güden bir devlette veya
devletlere karşı diğer devletlerin güçlerini birleştirme siyasetine ‘’güç dengesi siyaseti’’ denilir.
Örneğin 1789 Fransız İhtili’inden sonra Napolyon Savaşları ile Fransa’nın
Avrupa’ya egemen olması ‘’güç dengesi
siyaseti’’ ile engellenmişti.
Ancak güç dengesi siyaseti sadece,
uluslararası ortamın değişken şartlarına göre değil, ortak değerler etrafında
da devletlerin bir araya gelmesiyle oluşturulabilir. Bunun en somut örneği NATO
ve onun karşısında da Sovyetler Birliğiydi. Bu iki siyasi
güç, aynı zamanda iki farklı değerleri temsil ediyordu.
Hatırlanacağı gibi 1990’larda Sovyetler
Birliği çökünce, güç dengesi NATO’nun başını çeken ABD’nin lehine bozulmuştu.
Medeni dünyanın patronu olan ABD’nin ne kadar medeni olduğunu Irak ve
Afganistan işgalleri sırasında işlediği vahşetten bütün dünya gördü(!)
Herkesin bildiği bu hatırlatmaları yapmamızın
nedeni, Rusya’nın 24 Şubat’ta Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra, Avrupa’da
güvenlik kaygılarının artmasından dolayıdır. Bu bağlamda İsveç ve Finlandiya NATO
ile bir güç dengesi kurmak için üye olmak istiyorlar. Bu iki ülke kendi
güvenliği için NATO’ya üye olmak isterken, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden
teröristleri ülkelerinde yıllarca barındırmaktadırlar.
Sadece bu iki ülke değil, insan hakları,
demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi kavramları dillerinden düşürmeyen batılı devletlerin
çoğu teröristlere yardım yapmaktadır. Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle ‘’bu ülkeler terör örgütünün kuluçkası
hâline gelmiştir’’İşte Türkiye buna itiraz etmektedir. Türkiye’nin İsveç veya
Finlandiya halklarıyla hiçbir problemi yoktur.
Batılı devletlerin yürüttüğü siyasetin içinde
bulunduğu bu çelişkili ve çifte standart tutumu, uzun bir zamandan beri ‘’Biz ve ötekiler’’ başlığı altında
dünyayı algılamanın bir neticesidir. Bu haksız değerlendirmelerin bir sonucu
olarak, PKK terör örgütüne ve Suriye’deki uzantısına destek veren bir anlayışa,
Türkiye karşı çıkmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye’nin itirazı, ahlaken
doğru, hukuken meşru, siyasetten zorunludur. Ama batının siyasetine vaziyet
edenler bunu görmek, duymak ve anlamak istemiyor. O hâlde Türkiye haklı olduğu
bu hususları sadece batılı siyasetçilerine değil, halklarına da anlatmanın
yollarını bulmalıdır.
Batı siyasetinin bu ‘’dar ideolojik’’ tutumunu Edward Said, 1978’de ‘’Oryantalizm’’ adlı kitabında çok
çarpıcı ifadelerle eleştirmişti. Hâlbuki hayatın dinamik yapısına bağlı olarak,
dış politikada da sürekli bir değişim ve dönüşüm söz konusudur. Dünyanın güç
dengeleri değişmiştir ama batılı siyasetçilerin kibirli tavrı değişmemiştir.
Onun için batılı siyasetçiler, 1952’de NATO’ya üye olan Türkiye’nin tutumunu beklemektedir.
Ancak o dönemde Sovyetlerin yayılmacı
amaçlarına karşı yalnız kalan Türkiye’nin güvenlik kaygıları ile ABD’nin
menfaatleri bir noktada kesiştiği için NATO’ya üye edilmişti. Fakat Türkiye,
teorik olarak NATO’ya ortak olsa da pratikte iki ortak arasında olması gereken
ilişki hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Şimdi Türkiye, iki ortak arasında olması
gereken bir ortaklığın olmamasına itiraz etmektedir. Yoksa mesele sadece İsveç
ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olma meselesi değildir. Türkiye, bu haksızlıklara
ne kadar direnebilir bunu hep birlikte bekleyip göreceğiz.