'Merkez Efendi'yi Yazmanın Sevincini Yaşıyorum'
Çocuklarımız ve gençlerimiz için 100’e yakın kitabı kaleme
alan Hasan Kallimci, şimdi de Divanı Lûgati’t Türk’ü romanlaştırdı.
Anadolu’da nice insan hazinelerimiz vardır. Onlar, büyük kültürümüze, ilim ve edebiyat dünyamıza, muhteşem medeniyetimize eserleriyle ayna olmaya devam ediyorlar. Onlardan biri de Denizli’de yaşayan ve kalemi elinden bırakmayan Hasan Kallimci. Bir Garip Doktor, Bülbüller Ağlamaz, Anadolu’dan Yükselen Ses, Çınar Ağacı, Dünya Sizlere Emanet, Damlacıklar, Dedikoduhane, Test Ailesi, Gezgin Uçurtma, Barışçı Alp ve Gençlikte Verilen Söz yazarımızın eserlerinden bazıları. Ömrünü çocuklarımıza ve gençlerimize hasreden Kallimci, Denizli kültürünü eserleriyle unutturmazken Türk tarihinin şeref levhalarını da hikâye ve romanlarıyla edebiyatımıza armağan ediyor. Yazarımız, Denizli’yi anlatan Yarına Miras Yazılar kitabı başta olmak üzere doğup büyüdüğü şehre vefa ödevini hakkıyla yapıyor.
KARAÇAY
TÜRKLERİNCE ÖDÜLLENDİRİLDİ
Denizli’de doğan, Bursa’da
pişen, İstanbul’da olgunlaşan ve bir semte adını veren büyük mutasavvıf Merkez
Efendi’nin hayatı da, yazarımız tarafından romanlaştırıldı. Denizli
Belediyesi’nin bir kültür hizmeti olarak 10 bin adet basılan roman, şehirdeki
bütün lise öğrencilerine hediye edildi. Türkiye’nin her köşesindeki çocuklara
ve gençlere ulaşmayı hedefleyen yazar, bugün sadece Türkiye’de değil bilhassa
Türk dünyasında da sevilerek okunuyor. Gönül coğrafyamızı unutmayan Kallimci, soydaşlarımız
ve dindaşlarımız için eserler kaleme alıyor. Bu üstün hizmetinden dolayı Karaçay
Türkleri, Hasan Kallimci’yi, “Semenov Gümüş Madalyası” ile
ödüllendirdi.
Efendim zât-ı âlinizi,
çocuklarımız, gençlerimiz ve yetişkin insanlarımız için kaleme aldığınız
kıymetli eserlerinizle tanıyoruz. Denizli’de yaşıyor ve yazmaya devam
ediyorsunuz. Öncelikle bu yazı faaliyetleri ilk olarak ne zaman ve nasıl
başladı, lütfen anlatır mısınız?
Yazmaya, ilkokul
beşinci sınıfta, şiirimsilerle başladım. O yıllardaki bakış açıma göre
yazdıklarım şiirdi(!) ve şairdim(!). Ortaokul yıllarında şiirimsilerime “Varrak
ile Vırrak” masalı, gazi dedem Mustafa Kallimci’nin bir savaş anısı “Türko
Yapacak Zeybek” ve “Kahraman Selim” adlı hikâye eklendi. Hikâyem okulun duvar
gazetesinde yer buldu. İzninizle şiir diyeyim artık. Okul idaresinin Sarayköy
ileri gelenleriyle yaptıkları bir toplantıda “Köyümüzün Çeşmesi” şiirimi
okudum.
Kütüphane öğretmeni,
şiirlerimi kütüphane daktilosunda yazmama izin verdi. Sayfaları tutkal yerine
kullandığım kuru incir içiyle yapıştırarak imal ettiğim Bayraklar Konuşuyor adlı kitabımı (!) arşivimde saklıyorum.
Öğretmen okulundan mezun oluncaya kadar soyadım “Kalemci” idi. Aslına uyması
için Kallimci’ye çevirttim. Bu yüzden ilk eserlerimde (!) soyadımı “Kalemci”
olarak göreceksiniz.
Şiir yazmaya öğretmen
okulu yıllarımda da devam ettim. O şiirlerden ve mesleğimim ilk yılında
yazdıklarımdan seçerek 1968 yılında, ilçe matbaasında ilk kitabımı bastırdım: Şiirler Yaktım.
Çocukluğunuzda ilk okudunuz
kitaplar hangileriydi, sevdiğiniz yazarlar kimlerdi, bu kitaplar ve yazarlar
sizi nasıl etkiledi?
Okuma yazmayı
öğrendiğimde öğretmenimin verdiği seviyeme uygun kitap, ilk okuduğum kitaptır.
İkincisi, o yıllarda 5. sınıfların Tabiat
Bilgisi ders kitabıydı. Orangutanların bile anlatıldığı bir kitaptı.
Öğretmenim okuma hızımı beğenmiş olmalıydı ki böyle bir kitabı okumamı
istemişti. Sonraları ilçe kütüphanesine gitmeye başladım. Malûm kitaplar; Pinokyo, Kırmızı Başlıklı Kız, Fareli
Köyün Kavalcısı vd. çeviriler. Kütüphaneye her ay gelen, her sayısını
merakla beklediğimiz Doğan Kardeş
dergisi. Sonradan ilçemiz ortaokulunda öğretmenlik yaptığını öğrendiğim Cemal Erten’in
Cantürk serisi hikâye kitapçıkları.
Vicdanlara dokunan konularıyla Kemalettin Tuğcu’nun romanları… Ve tabii Ömer
Seyfettin’in hikâyeleri…
Yazarlığa giden yolda
ilginç meşguliyetlerim vardı. O günlerde, Doğan
Kardeş’ten etkilenerek ilk yazdığım şiir, hikâye ve masallara, bulmaca ve
bilmeceleri ekleyerek el yazımla Eğlence
Yuvası adlı el yazması dergide topladım; arşivimde onu da saklıyorum.
İlk neşredilen şiir veya
yazınızı hatırlıyor musunuz? Hangi tarihte ve nerede yayımlandı? Sizde nasıl
bir duygu uyandırdı?
1965-1966 ders
yılıydı. Nazilli Öğretmen Okulu’nda yatılı okuyordum ve ikinci sınıf
öğrencisiydim. Spor, müzik, folklor, edebiyat (şiir yazma ve okuma, tiyatro)
etkinliklerine önem verilen okulumuzda, Ak
adlı aylık bir dergi yayımlanmaya başlandı. İlk sayısında “Fakir Kemancı” adlı
hikâyem yer aldı. Öğrencilerin yönetimi ve öğretmenlerin gözetimindeki, 16 sayı
ömürlü bu dergide; öğrencilerin, öğretmenlerimizden ve o dönem ustalarından
bazılarının şiir ve yazıları yayımlanıyordu.
Böyle bir dergide
yazımın yayımlanması beni sevindirmiş, kendime duyduğum güveni artırmıştı.
Arkadaşlardan tebrikler de gelince, on altı yaşındaki bu gencin ruh hâlini
tahmin edersiniz. Derginin kapağındaki yazar ve şairlerin arasında yer alan
adıma sevinçle defalarca bakıyor, bakıyordum. Dergideki hikâyemi kaç defa
okuduğumu ben de hatırlamıyorum. Ocak 1966 tarihli Ak dergisinde yayımlanan “Fakir Kemancı” adlı bu hikâyemi yazı
hayatımın ilk adımı olarak değerlendiriyorum. Ak’ın diğer sayılarında, çeşitli konularda şiir ve yazılarım yer
aldı.
Yetişme çağınızda kültürel
anlamda size yön veren büyükleriniz oldu mu? Aile içinde, okullarda veya
çevrenizde.
Okul yıllarımda beni
bugünlere hazırlayan ortam ve ayrıntılar vardı. Tarlalarda pamuk çapalayan
kadın işçilerin atışma şeklinde söylediği, ayrıca ilçede yaşanan bazı olaylara
uyarlanmış manileri, bu dörtlüklerden oluşan şiirleri, ilk edebiyat öğretmenim
diyebileceğim annemin dilinden duymuş, etkilenmiştim. Konusu Atatürk olan ilk
şiirimi gösterdiğimde öğretmenimin övgüsü… Öğretmenlerimin bayramlarda şiir
okutmaları, konuşma yaptırmaları, tiyatrolarda rol vermeleri… Öğretmen
okulundaki edebiyat ortamı ve sayılarında yazı ve şiirlerimin yer aldığı Ak dergisi… Okullarda, kabiliyetim ve
ilgim doğrultusunda edebî bir ortamda yaşadığımı söyleyebilirim. Bu ortam,
meslek hayatıma atıldığım ilk yıldan itibaren yoğun bir yazı hayatı içinde yol
almamın temelini teşkil etmişti. Artık tiyatro eserleri ve hikâyeler yazıyor,
roman denemeleri, nükte ve fıkra derlemeleri yapıyor, dergilere de yazılar
gönderiyordum. Tercüme çocuk kitaplarından rahatsızlık duymaya başlamıştım. Bir
ilkokul öğretmeni olarak kendimi ilkokul öğrencileri için eserler üretmeye
yönlendirdim. Çocuklarımızı milletimizin geçmişinden haberdar ettiği gibi
geleceği de hayal ettirmeye sevk eden, onlara günümüz insanlarını anlatan
eserler de ürettim. 1966’da başladığım yazı hayatına 2020’de de devam ediyorum.
Sağlık, kabiliyet veren Allah’a hamdolsun. 1970’li yıllarda, Düşünme Odası adlı tiyatro eserimin bir
yarışmada mansiyon alması, yazar Emine Işınsu ile tanışmamı sağladı. “Çıraklığı
olmayan işin ustalığı olmazdı”. Işınsu, ustam oldu, ablalık yaptı, bıkmadan
usanmadan yazdıklarımla ilgilendi. Onun tavsiye ve tenkitlerinin çok faydasını
gördüm. Ablam Ustam Emine Işınsu adlı
kitabım, bu konu ile ilgilidir.
Nasıl bir muhitte
yetiştiniz. Kültür, folklor bakımından Denizli’nin zengin bir şehir olduğunu
biliyoruz. Masallar, ninniler, türküler, deyişler, atasözleri ve şarkılar
arasında büyüdüğünüzü söyleyebilir miyiz? Sözlü mahalli kültürün üzerinizde ve
yazar olmanızda rolü oldu mu?
Önceki sorulara
verdiğim cevaplarda yetiştiğim ortamı kısmen de olsa anlattım. Çocukluğumda,
birbirimize masallar anlatmak, bilmeceler sormak, tekerlemelerle oynamak
vazgeçilmezlerimdendi. Babamın sesi güzeldi ve evde ertesi günkü pazara
hazırlık yaparken, “Gesi bağlarında dolanıyorum…” türküsünü söylerdi. Radyomuz
yoktu fakat mahalle kahvelerinin önünden geçerken “Dereler çağlar oldu”
türküsünü defalarca dinledim. Ortaokulda bir arkadaşımız, “Akasyalar açarken”
şarkısını çok güzel yorumlamıştı. Rol aldığım piyesleri sahnelerken, Sarayköylü
sanatçı Rüştü Demirci’nin perde aralarında söylediği “Kundurama kum doldu” ve
“Gülizar Gülizar canım Gülizar” türküleri hâlâ kulaklarımdadır. Şarkı ve
türkülerin beni etkileyen yönleri müzikten ziyade sözleriydi. Düğünlerde
büyüklerimiz diz vura vura zeybek oynarlardı. Türkçem, okuduğum kitaplardan
olduğu kadar, büyüklerimizin konuşmaları içine yerleştirdikleri atasözleri,
deyimler ve kelimelerle de beslendi. Mesela; bir yağmurlu günde söylediği,
“Kaçan yağmur yağsa kışınan.” cümlesinde geçen “kaçan” ve “kışınan” kelimeleri,
ilçemizde hiç konuşulmadığı hâlde ‘Annemin hafızasında nasıl yaşadı?’ diye
bugün de merak ederim. “Kaçan” kelimesini, nice sonra, 1970 yılında, görev
yaptığım Eskişehir’in Gökçeyayla köyünde, Karaçay Türklerinden duydum.
Denizli, manevi önderleri
yetiştirmiş bir kutlu şehir. Bu şahsiyetler arasında Denizli’de doğan, Bursa’da
pişen ve İstanbul’da gönüller fetheden Merkez Efendi var. Onun romanını
yazdınız. Neler hissettiniz yazarken, eser üzerinizde nasıl bir tesir bıraktı?
Sanırım Denizli’de okullarda okunan ve istifade edilen bir kitap oldu. Bahseder
misiniz?
Denizli Belediyesi,
hemşerimiz Merkez Efendi’nin hayatını lise öğrencileri seviyesinde, roman
tarzında yazmamı istedi. Bu isteğe uydum. Eserde konuyu yüzeyde bırakmamalı ve
tasavvufi derinliklere de inmemeliydim. Araştırdım. Yazarken tasavvuf edebiyatı
alanında uzman hemşerim Mustafa Tatcı’nın görüşlerini aldım. Kitap üç baskı
yaptı, okullara dağıtıldı. İnşallah gençlerimiz kitapları okumuş ve büyüğümüz
Merkez Efendi’yi tanımıştır. Merkez Efendi’yi anlatan ilk romanı yazmış olmanın
sevincini duydum. Mevlâna ve Yunus Emre gibi Anadolu’da Türk birliğini sağlayan
bir büyüğümüzdü Merkez Efendi. Konuyu araştırırken, yazarken ve düzeltmeler
yapmak için okurken onun hakkında bilgilendiğim gibi iman, inanç ve hayat
konularında kendimi sorguladığım anları da yaşadım.
Çocuklarımız ve gençlerimiz
için çok kıymetli eserler yazmaya devam ediyorsunuz. Daha ziyade Türk ve İslam
büyüklerinin, kahramanlarımızın ve ermişlerin efsanevî hayatlarını kaleme
aldınız. Bunların büyük kısmı yayınlandı ve kültür hayatımıza kazandırıldı.
Yerli bir anlayışla, dinî ve millî hassasiyetler gözeterek kaleme aldığınız bu
eserlerin çocuklarımıza ve gençlerimize tam anlamıyla ulaştığını düşünüyor
musunuz?
Önce, kitaplarımla
ilgili “çocuklarımız ve gençlerimiz için çok kıymetli eserler”
değerlendirmenize teşekkür ediyorum. Kitaplarımın çocuklarımızla buluştuğunu ve
buluşmaya devam ettiğini düşünüyorum. MEB–Öğretmen Yazarlar Serisi’nde
yayımlanan kitaplarım Bakanlık kanalıyla çocuklara ulaştı. Okul
kütüphanelerinde, sınıf kitaplıklarında kitaplarım yerini aldı. Davet edildiğim
okullarda, kurumlarda edebiyat sohbetleri yaptım, kitaplarımı da imzaladım. Bu
tür etkinliklerin sayısı iki yüzü bulmuştur. Yazar olarak Anadolu’da yaşamakla
İstanbul veya Ankara’da yaşamanın bir farkı yok. Hatta Anadolu’da yaşamanın
avantajı var. Yazar, Anadolu’da insanımıza, kültürümüze daha yakın yaşıyor ve
konu bulmakta sıkıntı çekmiyor. Şahsen bu avantajı yaşadım, yaşıyorum…
Bildiğiniz gibi
teknoloji hızla ilerliyor ve çocuklarımız da etkileniyor. Ama kitaptan da
millet olarak vazgeçemiyoruz. Son yıllarda kitap okuma oranında ciddi bir
artıştan söz ediliyor. Hatta pandemi (koronavirüs) sürecinde de eve
kapandığımız için daha çok okuduğumuz belirtiliyor. Yayıncılar da bunu
açıklıyor. Son yıllarda Türkiye’nin hemen hemen bütün illerinde kitap fuarları
açıldı, açılıyor ve bu fuarlar kitapseverler tarafından ziyaret ediliyor. Bütün
bunlara rağmen sizce toplum olarak yeterli ölçüde okuyor muyuz? Eksiğimiz var
mı? Siz durumu nasıl görüyorsunuz?
Eğitim öğretimdeki
ezberci anlayış ve testle yapılan sınavlar, çocuklarımızı kitaptan soğutuyor.
Bilgiye nasıl ulaşılacağını, nasıl yorumlayıp kullanabileceğini öğreten
metotlara ihtiyacımız var. Kendimizi; test sınavlarına hazırlık için yıllarca
“tuğla kalınlığındaki test kitaplarıyla” boğuşmaya mecbur kalan bir çocuk
yerine koymalı ve sormalıyız: Test kitaplarını hatmetmekten gına gelmiş hangi
kişi, gençliğinde ve yetişkinliğinde edebî eserlere ilgi duyabilir? Evet…
Toplum olarak yeterli ölçüde okumuyoruz ve bu durumdan hepimiz şikâyetçiyiz.
Teknolojik gelişmelerde bu olumsuzluğu besliyor. Ancak şikâyeti bırakıp çözüme
odaklanmalıyız. Eğitim öğretimde ezberci anlayış ve test sisteminden
vazgeçmeliyiz… Ayrıca, okul ve sınıf kitaplıklarına alınan kitapların seçiminde
öğretmenlerimizin titiz davranmaları, edebî olan eserleri tercih etmeleri de insanımızın
kitaplarla olan yakınlığını artıracaktır.
Anadolu şehirlerinde
yaygınlaşan kitap fuarlarının kitap okumaya katkısı inkâr edilemez. Fuar
yapılan illerde, öğrencilerin çok sayıda kitapla karşılaşması, seçici olması,
belediye otobüsleriyle, bir program dâhilinde fuara taşınması, onlarca yazarla
yüz yüze gelmesi olumlu katkı yapıyor. Denizli’de üç yıl tertiplenen fuarlara
öğrenci taşıma işinin başarıyla uygulanması, olumlu bir örnek teşkil etmiştir.
Çocukların kitap
fuarında kalma sürelerinin azlığı, stantların önünden vitrinlere bakar gibi
geçerek kitaplara çok az dokunmaları, heyecana kapılarak ilk stantlarda
paralarını tüketmeleri, bazı öğretmenlerin öğrencilerini resm-i geçitteymiş
gibi sıralarını bozmadan dolaştırmaları gibi olumsuzluklara da şahit oldum.
Kitap, yazar buluşmalarını sağlayan fuarların verimini artırmak için
öğretmenlerimize büyük görev düşüyor.
Aslında teknolojinin,
bilhassa sinema ve tiyatronun edebiyatımızdan da yararlanması gerekiyor.
Çarpıcı ve unutulmayan bir örneği arz etmek istiyorum. Meselâ Küçük Ağa. Merhum
Tarık Buğra’nın yazdığı bu güzel romanı rahmetli yönetmen Yücel Çakmaklı sinemaya
aktarmış ve dizifilm televizyonlarda gösterilmişti. Milyonlarca vatandaşımız
seyretmiş ve istifade etmişti. Hatta bu roman ve filmi, bizde tarih şuurunun
oluşmasında ilk ciddi katkılardan biri olarak gösteriliyor. Seyircilerin bir
kısmı diziyi seyrettikten sonra kitaba ve yazara yönelmişti. Sizce sinema ve
tiyatro sektörü, Türk edebiyatının verimlerinden yeterince yararlanıyor mu?
Kıymetli hikâye ve romanlarımızı tiyatro sahnelerine ve beyaz perdeye
taşıyorlar mı? Sinema ve edebiyat arasında bilhassa bir irtibattan söz
edilebilir mi?
Sinema ve edebiyat
arasında irtibat hep olmalı; film, dizi film, çizgi filmler, belgeseller,
oyunlar, televizyonlardaki yarışmalar ve tartışma programları, sahnelenen
tiyatro eserleri, vd. konu, dil ve edebî açılardan seviyeyi hep muhafaza
etmelidir. Bilgi birikimimize ve kültür hayatımıza katkılar sağlamalıdır.
Türkçemizin yaşaması ve zenginleşmesinin vasıtası olmalıdır. Aksi bir durum
millet ve devlet olarak geleceğimizi karartır. Küçük Ağa gibi seyrine
doyamadığımız filmler sayıca yetersiz kaldı. Televizyonların karşısına Ceyar
dizilerini seyrederek oturmuştuk, bugün de yerli yapım Ceyarvari dizi filmleri
seyrediyoruz. Küçük Ağa’da insan unsuru ön plândaydı, bugünkü tarihi filmlerde
kılıç şakırtıları… “Bir yıl boyunca hangi filmleri seyrettin? Aklınızda ne
kaldı? Size ne kazandırdı?” sorularıyla bir anket yapılsa alacağımız cevaplar,
“Vakit geçirdik…” cümlesinde buluşur. Vakit, zaman yani ömrümüz, ömürleri
öylesine geçirmek… Allah bizi, ömrümüzü boşuna geçirmemiz için mi yarattı?
Kendimize, çocuklarımıza, milletimize, insanlığa karşı hiç mi sorumluluğumuz
yok? Sinemaya, tiyatroya, dizi filmlere konu olacak edebî eserlerimiz hiç de az
değil. Yeter ki niyetler hâlis olsun. Yeter ki diziler para kazanma hırsıyla
uzatılmasın ve konular çeşitli yönlere saptırılarak edebî eserler -tabir
yerindeyse- harcanmasın. Bu düşüncelerin ışığında, “Küçük Ağa” örneğinize
Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikâye”sini ekleyebiliriz.
Bu sene Ömer Seyfettin’in
vefatının 100. Yılı. Mart ayında başlayan bazı anma programları ne yazık ki
salgın dolayısıyla durdu. Bu sene hepimizin okuduğu ve istifade ettiği büyük
hikâyecimiz için neler yapılmalı size göre?
2020 yılında
yaşadığımız salgın hastalık, dünyayı olduğu gibi ülkemizi de etkiledi. 100.
Yılında Ömer Seyfettin merhumu da gerektiği gibi anamadık, anlatamadık. Fakat
eserleri; Türkçesiyle, konularıyla, eğiticiliğiyle, işleyişiyle raflarda,
okullarda ve çocuklarımızın ellerinde. Telif hakları Kanunu gereği, Ömer
Seyfettin kitapları artık telifsiz yayımlanıyor. Ticari davranarak,
sadeleştirmek adına diline, üslubuna zarar verilmemelidir. Yayınevleri, bu
konuda hassas davransa, titizlense yeterlidir; ben buna razıyım. Ömer
Seyfettin’in eserleri kıyamete kadar kendini okutacak ve Türkçemizi
yaşatacaktır.
Ülkemizde, Ömer
Seyfettin gibi her yıl sırayla öne çıkarılacak nice yazarlar ve eserler vardır.
Bu düşünceyi özellikle okullarımızda, Türk Dünyası çerçevesinde de
uygulamalıyız. Aytmatov yılı, Cengiz Dağcı yılı, Bahtiyar Vahapzade yılı,
Şehriyar yılı…
Bugünlerde okuyucularınız
hangi eserlerinizi bekliyor. Neler yazıyorsunuz, kıymetli tezgâhınızda acaba
hangi eser veya eserler var? Bu konuda da bilgi lütfeder misiniz?
Rahatlıkla
söyleyebilirim: Bugüne kadar “Hasan Kallimci kitap yazsa da basımını yapsak!”
diye bekleyen bir yayınevi hiç olmadı. Siz gibi sayılı dostlar haricinde,
“Hasan Kallimci son olarak hangi eseri yazdı ve acaba tezgâhında hangi eser
veya eserler var?” diye merak eden de yok. Bugüne kadar, yazma kabiliyeti ile
yaratılmış bir eğitimci olarak; “Edebiyatın şu dalında, şu konuda, şu eseri de
yazmalıyım!” düşüncesiyle eserler ürettim. Son olarak Dîvanı Lûgati’t Türk’ü ortaokul öğrencileri seviyesinde
romanlaştırdım. Çocuklarımızı bin yıl önceki Türkçe ile tanıştıracak bu eser,
nasip olursa bir yayınevi tarafından kitaplaştırılacak. Çocuklarımız için
romanlaştırdığım 25 Türk destanına 26.’sını ekleme hazırlığı yapıyorum.
Efendim lütfedip
sorularıma verdiğiniz kıymetli cevaplar için teşekkür ediyorum.
Mehmet Nuri Bey, bu
söyleşiyi yaparak, şahsıma ve eserlerime gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkür
ediyorum. Yazanımız, edebî ürünlerimiz ve okuyanımız bol olsun…
ÇOCUKLARIMIZA
ADANAN ÖMÜR
Hasan Kallimci, 1949’da Sarayköy’de (Denizli) doğdu. İkisi de Denizli / Tavas ilçesinden olan ayakkabı tamircisi bir baba ile tarım işçisi bir annenin ilk evladıdır. İlk ve ortaokulu Sarayköy’de, Öğretmen Okulunu da yatılı olarak Nazilli’de okudu. Bu okuldan 1967 yılında mezun olarak Sarayköy / Aşağı Tırkaz köyü öğretmenliğine atandı. 1969 yılı Haziran’ında başladığı askerliğini, er öğretmen olarak Amasya ve Afyon’da tamamladı. Denizli’nin çeşitli okullarında çalışan Kallimci, 1976 yılında öğretmenlikten ayrılarak Denizli’de yayımlanmaya başlayan Hizmet adlı günlük gazetede yazı işleri müdürlüğü yaptı. Bu gazete resmî ilan almaya hak kazandıktan sonra yeniden (1977’de) öğretmenlik görevine döndü. Denizli’nin bazı köy, kasaba, ilçe ve merkez okullarında öğretmenlik ve idarecilik görevlerinde bulundu. Bu arada Anadolu Üniversitesi’nde ön lisans programını tamamladı. Mesleğinin son beş yılında Denizli Halk Eğitimi Merkezi’nde müdür yardımcılığı yaptı ve 1994’te emekli oldu. Emekli olduktan sonra mahallî bir gazetede köşe yazarlığı, yine mahallî bir televizyonda genel müdürlük yapan Kallimci, daha sonra bütün mesaisini çocuk edebiyatı ve hikâye dallarında eserler verme yolunda değerlendirdi. Halen bu dallarda yazmaya devam etmektedir. Birçok gazete ve dergide yazıları çıkan, konferanslar veren ve ödüller alan Hasan Kallimci’nin 100’e yakın eserinin listesi www.hasankallimci.com sitesinde bulunuyor.