Meriç'in hatırlayın!
Cemil Meriç'in hayat hikayesi geliyor sürekli aklıma. Rahmetlinin daha Antakya Sultanisi' ndeyken (o günün Galatasaray Sultani' sine denk müthiş bir liseydi) ortaya çıkan akıl almaz yeteneği, Yüsekokul'un daha ilk senesinde hocalarına "sana burda öğretecebileceğimiz bir şey yok" diyecek seviyeye getirmişti. Böylesine bir entellektüel seviyeye ulamak, üstelik hem dilde, hem edebiyatta hem de sosyolojide yani farklı disiplinlerde bu zirvelere tırmanmak, tüm bunları da daha henüz 30 yaşına bile gelmeden başarmak akıl almaz bir durumdu.
Fakat kader öyle garip bir sürprizlerle karşısına çıktı ki, bu büyük insan
müziğin efsanesi Sebastian Beethoven'ın sağır olmasına benzer bir yazgı ile
gözlerini kaybetti. Üstelik sadece 38 yaşındaydı.
Yılmadı tabiki. Baş başka bir zirve çıkmıştı karşısına fethedilecek. Gözleri
olmadan neler yapabileceğini göstererek tarihe adına kaydettirmeyi başaracaktı.
Her gün saatlerce eşi, öğrencileri, kızı ona okuma yaptılar. İnsan üstü bir
yükleme yapıldı kulaklarından zihnini. Neticesi de insan üstü oldu tabiki.
Efsanevi eserler çıktı ortaya. Meriç gerçekten adını tarihe silinmez harflerle
yazdırdı.
İmkansızlıkların içinde neler başarılacağını, insanın aslında tahayyulümüzün ne
kadar ötesinde bir varlık olduğunu, başımıza ne gelirse gelsin. cephenin asla
terk edilmemesi gerektiğini, cephe terk edildikten sonra anlamlandırılması mümkün
olmayan bir hayatın hiçliğin ve gereksizliği gösterdi...
Bu topraklarda yaşayan milyonlarca Türk gencinden biri olarak özellikle
"Bu Ülke" isimli başyapıtı ile bu coğrafyanın başat aktörü olan
milletimize büyük bir miras bıraktı, vazifesini insanüstü bir gayretle zirvede
tamamlayıp, 1987 yılında aramızdan en yüksek onurla ayrıldı.
Her birimizin sırtında kişisel veya toplumsal meselelerimizden kaynaklanan bazı
yükler var. Fakat gündelik hayatımızı düzenleyen bu yüklerin haricinde
hepimizin milletimize, tarihimize, bayrağımıza, coğrafyamızın ve insanlığa
karşı da ödevlerimiz var.
Bin yıldır bu topraklarda tutunmak adına verdiğimiz mücadele dünya tarih
kitaplarının yarısından fazlasında en başta bizim adımızın geçmesine neden
olmuş durumda. Efsanevi bir direnişin başrolüyüz Anadolu'da. Bizden öncekileri
kıskandıracak derecede özdeileştik bu topraklarla. Ama bu tutunmanın bir bedeli
var. Bazen "Çanakkale" kadar büyük olarak karşımıza çıkan bedeller
bunlar. Öderken destan yazdığımız bu bedellerin temelinde hep ekonomik
meseleler var. Düşmanı Çanakkale'ye getiren de, gelmelerine engel olamamamızın
da temelinde ekonomi var.
Osmanlı'nın son 50 yılık ekonomik durumunu TV'lerde şurda burda hikaye anlatan
medya seyyarlarından değil doğru akademik kaynaklardan okursanız tüm meselenin
ekonomik gelişmelere ayak uyduramamamızdan ve bunun farkında olan birilerinin
savunamayacak durumda olduğumuzu bildikleri kaynaklarımızı sömürüp bizi köle
etme isteklerinden kaynaklandığını kolayca kavrayacaksınız.
Aradan geçen bunca zamana rağmen kavgada değişen bişey yok. Hala yanı güçler
bizi sömürüp köle etmeye çalışıyor. Sömürü ve köleliğin formu değiştiği için
başardıklarını anlayamıyoruz artık, orası ayrı. Diğer yandan biz de hala
ekonomik açıdan güçlü değiliz. Küresel ekonominin %1'lik kısmına sahip olarak
yerimizde sayıp duruyoruz. İlerleyemiyoruz...
İlerlemenin formülü açık. Üniversiteler Şirketlerin argesi ve insan kaynakları
gibi çalışacak. Bilim ve kalifiye insan yetiştirecek. Şirketlere bakış açısı
değişecek ve ortaklık, sermaye eksikliği nedeniyle bir zorunluluk değil bir
fırsat kapısı, bir kültür gerekliliği, bir güç birliği olarak algılanacak,
gelişmiş ekonomilerin kendilerinin maliyetlerden ötürü yapmadıkları üretimler
için bize pasladıkları işlerden elde edilen gelirler biriktirilecek,
harcanmayacak, israf edilmeyecek, servet haline getirilip kapital
oluşturulacak.
Bu servet ve ulaşılan kredi kaynakları yatlara, katlara, lüks arabalara değil
üretime, argeye, alt yapıya kanalize edilecek ve teknoloji transferi ile az kazançlı
katmadeğersiz üretim tıpkı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi daha ucuza üretecek
ülkelere yönlendirilir içeride katma değerli üretim ve markalaşma
gerçekleştirilecek,servet büyüyecek, büyüdükçe daha çok yatırıma ve
istihdama dönüşecek....
Kolay değil, biliyorum. Zaten o yüzden rahmetli Meriç'in hikayesi ile başladım.
38 yaşında gözlerini kaybeden, öncesinde de hep görme problemi yaşayan bir
münevverin nasıl dünyayı salladığından bu sebeple bahsettim. Aksi halde emek,
zahmet, sabır ve irade olmadan daha yüzyıllarca bedel ödemeye ve bu coğrafyada
tutunmak için güçsüz halimize rağmen en zor sınavlarla karşı karşıya kalmaya
devam edeceğiz.
Kerameti ekonomi politikalarında değil kendimizde aramalıyız. İhtiyaç-ihtiras
kavramlarını birbirine karıştırıp durmadan borçlanan, sermaye oluşturmak yerine
lükse harcayan, başka milletlerin sermayesi ile iş yapıp çok kazanmaya çalışan
bizler aynaya bakıp "acaba doğru mu yapıyorum? " diyerek
düşünmeliyiz. Aksi takdirde bizi ne ortodoks kurtarır ne heterodoks.
Bizi kurtaracak olan
aklımız ve sabrımız.
Telefonumdan gönderildi