Merhametten maraz...
İnsan, hasletlerinden (kişinin yaradılışından gelen özelliği, huyu) müteşekkil bir varlıktır. İyi ve kötü davranışların geneli insan ruhunda paket bir şekilde bulunmaktadır. Ruhun aynası olan zihin dış dünyaya hangi hasleti yansıtırsa insan o yönüyle tanınır. İyiliğin de kötülüğün de kaynağı insanın kendisidir. Hangisini dışa vuracağına ise iradesi ile karar verir. İrade sahibi olduğumuz için de diğer varlıklardan üstün olarak yaratıldık ve bununla beraber de imtihansal sorumluluğu yüklendik. Her ne kadar bazılarımız bu gerçeği inkâr etmeye kalkışsa da hakikatin sorumluluğundan kurtulmuş olmaz.
Doğumun hakikatine
inandığımız gibi ölümün de hakikatine inanırız, lakin bu dünyada ise hiç
ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Dünyaya çivi çakıp ebedi kalacağımızı düşünerek
yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğimizi unutur olduk. Maalesef ki,
unutkanlık sorgu hakikatinin karşısında geçerli bir mazeret değildir. Öğrenci
sınava çalışmayıp sınavı unuttuğunu iddia ederse o sınavdan muaf olamayacağı
gibi bu imtihan dünyasının sorumluluklarından da unutkanlık bahanesiyle
kurtulmamız mümkün değildir.
İnsanların
hasletlerinden yani diğer anlamıyla huylarından yola çıkarak şu kısa ömrümüzde
başımıza gelenlerin yapıp ettiklerimizden dolayı olduğunu biliriz. Çünkü insan
hayattaki tercihlerini kendi iradesiyle seçer. Tabi köle değilse… Genel olarak
kimse yaptığı şeyi bir başkasının zoruyla yaptığını iddia edemez.
Ruhunda var olan
iyiliği de kötülüğü de insan, düşünce aynasıyla dışarıya yani topluma yansıtır.
Bu ayna da onun iyi veya kötü biri olduğuna karar vermemizde bizim için bir
ölçüt olur. Hepimiz Pamuk Prenses
hikâyesindeki cadının sihirli olan aynaya sorduğu soruyu hatırlarız. Aslında
işin sihri de büyüsü de aynada değil, kalbimizde ve zihnimizdedir. Güzel veya
çirkin, doğru veya yanlış olduğumuzu gördüğümüz ayna aslında bizim kalbimiz ve
düşüncelerimizdir. İnsan nasıl biri olduğunu görmek istiyorsa kendi zihnine ve
kalbine baksın. Kendi gerçeğini orada muhakkak bulacaktır. Bunlar asla yalan
söylemez ve yanılmaz. Bunları yönlendiren şey de iradedir.
İradesini yok
sayıp, kendisine lütfedilen nimetlere duyarsız kalan kişi en büyük nankördür.
Bu nankörlüğümüzü ise Yüce Allah, “Kahrolası
insan; ne kadar da nankördür o!” (Abese Suresi, 17. Ayet), “Gerçekten insan Rabbine karşı çok
nankördür.” (Âdiyât Suresi, 6. Ayet) ayetlerinde açık bir dille bize
bildirmiştir. Yine çoğumuzun bildiği Rahman Suresinde defaetle tekrar edilen “Febi-eyyi âlâ-i rabbikumâ tukeżżibân(i)
(O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?)” ayeti bu kötü
hasletimizi yüzümüze açık bir şekilde vurmaktadır.
Nimeti verene
nankörlük eden kuluna mı nankörlük etmez? İnsan sadece Rabbine karşı değil,
aynı zamanda insanlara karşı da nankördür.
Bilerek veya
bilmeyerek çevremizdeki insanlara karşı nankörlük ediyoruz. Bunun en büyük
nedenlerinden birisi ise bize nimet olarak sunulan iyi insanların yanımızda
olmasıdır. Çünkü nankörlük eylemi genelde iyiliklere karşı yapılır.
İyi insanların
merhameti onların en zayıf noktası olarak görülür. Ancak en büyük yanılgı
buradadır. Merhametli insan kandırılamaz, aldatılamaz, sadece sabırlıdır ve her
şeyin farkındadır. Onu kandırdığını düşünen kişi esasında kendini kandırmıştır.
Merhametli insan kaybetmez, kaybedilir. Eğer bir kişi nankör veya yalancı ise
karşısındaki insanı ancak bir defa kandırabilir. Ancak kendini her gün ve her
an kandırır ve bu anlamda en büyük nankörlüğü ise kendine karşı yapmış olur.
Merhametli
insanlar hepimizin hayatında muhakkak vardır ve bu insanların kıymetini
bilmemiz gerekir. Bu insanlar, asla enayi değildir, bilakis sabırlıdır. Ruhunda
iyi hasletler kalp ve düşünce aynalarından bize yansır. Bu güzelliğin kıymetini
bilmeliyiz. Aksi takdirde nankörlük, onlara pek bir şey kaybettirmez, ancak
nankör insanın kaybedecek çok şeyi olur.
Unutmayalım ki, merhametten maraz doğarsa bu marazdan en
büyük zararı marazı çıkaran görür.