Merhamet, menfaatten beridir!
Acı, acıya değdiğinde dengini bulur. Acıyı anlamak için onu evvela yaşamak gerekir. Aksi takdirde mesele havanda şu dövmekten öteye gitmez. Nasreddin Hocaya atfedilen ‘Bana damdan düşeni getirin’ hikâyesi, durumu özetler niteliktedir.
Nasreddin Hoca bir
yaz gecesi damda yatarken, nasıl olduysa damdan aşağı düşüvermiş. Gürültüye
toplanan halk, Hoca’nın başında toplaşıvermiş. Herkes durumla ilgili yorum
yapıp, olayın nasıl olduğunu sorgulayıp durunca, yerde yatan ve canı acıyan
Hoca, bakmış ki, kimse kendiyle ilgilenmiyor. Düştüğü yerden doğrularak; “Bana damdan düşen birini getirin. Hâlimden
ancak o anlar!” Dilimize pelesenk olan “Damdan
düşenin halinden, damdan düşen anlar.” sözü de buradan gelmektedir.
Özelde ise on bir
şehrimizi, genelde ise bütün ülkeyi etkileyen 6 Şubat tarihli Kahramanmaraş ve
Hatay merkezli depremler nedeniyle ortaya çıkan manzara içler acısıydı. Acıyı
tarif etmekte dahi zorluk çekiyorduk. Hatta diğer şehirlerden ve dahi yurt
dışından arayan dostlarımıza acımızı nasıl anlatabileceğimizi bilemiyorduk.
Çünkü yaşanan acı ne anlatılabilecek ne de anlatılınca anlaşılabilecek bir
acıydı. Bu yaşıma kadar böyle bir acıya şahit olmamıştım. Hele ki gece
art arda yaşanan depremin canlı tanığı olarak, yaşadığım sarsıntıyı kelimelerle
ifade etmekte hala zorlanıyorum. Depremin üzerinden üç ay geçmiş olmasına
rağmen hala zihnimde ve ruhumda o sarsıntının etkilerini ara ara hissediyorum.
Amacım, burada meseleyi
dramatikleştirmek değil, durum tahlilinde bulunmaktır. Yaşanan bu acı sonrasında
başta kendi ülkemizin vatandaşları olmak üzere dünyanın dört bir yanından
yardımlar deprem bölgelerine ulaştırıldı. Hatta birçok arkadaşımız da deprem
bölgesinde gönüllü olarak yardım faaliyetlerinde yer aldı.
Depremin ertesinde
ise hayat devam ediyordu ve ülkenin bir seçim gerçeği vardı. Her ne kadar olaya
duygusal bakıp gündemin depremden seçime kaydırılmasına ince sitemler edip odak
noktasının deprem olması gerektiğini vurgulamaya çalışsak da mevcut gerçekleri yadsımanın
imkânsızlığının farkındaydık.
Nihayetinde dünya
sadece bizden ibaret değildi. Hayatın gerekliliği kapsamında depremin
gölgesinde de olsa Türkiye bir seçime gidiyordu. Bu, demokratik bir ülke
olmanın gereğiydi. Bu vesileyle ülke olarak 14 Mayısta sandığa gidildi.
Seçimlerin kazanan
ve kaybedenleri muhakkak olur. Ancak seçim, sandıkta olur ve sandığın iradesi
tecelli ettikten sonra kazananın bütün ülke olması ümit edilir. Olması gereken
de budur. Herkesin oyu önemlidir ve daha da önemlisi eşittir. Hiç kimsenin, bir
başkasının fikrine ipotek koyma hakkı da, yetkisi de yoktur. Tek tek oylar ile
demokrasinin yasama ve yürütme organları tahsis edilir. Demokrasinin
tecellisinde birileri kazanıp birileri kaybetse de nihayetinde kazanan millet ve
ülke olmalıdır.
Ancak seçim sonuçlarına
bakarak toplumu yaftalamaya çalışmak, ötekileştirip, ayrıştırmak kimsenin hakkı
da haddi de değildir. Benden olunca muhteşem, benden değilse bin sitem akla da,
ruha da, topluma da zarardır. Meseleyi kin ve öfke boyutuna taşımak apayrı bir hezeyandır.
Seçim sonuçları netleşmeye
başlayınca deprem bölgesindeki oy oranlarına bakarak kendinden olmayanın tercih
edilmesine, birilerinin gösterdiği tepki kabul edilebilir ve insanlığa yakışır
bir durum değildir.
Konu gündemi
ziyadesiyle meşgul ettiği için örneklemelerle meseleyi eşelemek yerine
insanların yaralarına tuz basmanın yanlışlığının kabul edilebilir bir tarafı
olmadığına değinmekle yetinmek istiyorum.
Hepimiz insan
olarak zaman zaman öfke patlaması yaşıyoruz. Öfkelendiğimiz zaman fevri
çıkışlar yerine sükûnetle davranmak her zaman yerinde bir karar olacaktır.
Söz uçuyor, ancak
yazı kalıyor. Sosyal medyada yazılanlar da birilerinin canını acıtıyor. Acıya
ortak olmayı beceremeyenler en azından susmalılar. Çünkü acıya ortak olmayı
beceremeyenlerin yapabileceği en doğru eylem susmak olur.
İyilikler
karşılıksız olunca anlamlı ve kıymetlidir. Bir yara gördüğümüz zaman onu
sarmaya çalışmak, birinin derdine derman olmak, insanî olarak en ulvi değerlerimizdendir.
Bu değere sahip çıkmak, insan olarak hepimizin görevidir.
Şayet bir iyilik
yaptığımız zaman onun karşılığını bekliyorsak iyilik yapmış olmamızın bir
anlamı kalmıyor. Bu halimizi de Cemil Meriç ne güzel özetlemiş:
“İyilik yapan, mükâfat
beklediği an tefecidir.”
Bir canlıya iyilik
yapmak, yürek toprağında büyüyen merhamet adlı filizi sulamaktır. Aksi,
Üstadın da dediği gibi tefecilik olur. Allah, kimseyi tefeci olacak kadar acizleştirmesin.
Ayrıca, Rabbim
kimseye o depremler gibi bir acı yaşatmasın. Biz yaşadık, başkaları yaşamasın.