Mektepsiz Talebe
Şu âlemi kitaplardan öğrenmeseydik. Bir müfredâta sıkıştırılmış dünya… Heceleye heceleye söktük hayatı. Kurşun kalemin karasına çalındı hayatlarımız. Silgimizin tozunda kaybolan yanlışların kazandırdığı tecrübe. Çok yanlış azalan silgiydi, çok yanlış uzayan yol ve hayaldi. Koca bir dünyayı daraltan okul. Oysa asıl mektep, Veysel’in hayatıydı biraz da… Ne yanlışlar doğruyu götürürdü ne de doğrular yanlışla tartılırdı.
Gözlerimiz kapandı sıralarda. Bu doğru, şu yanlış; günah var, cehennem yok; zulüm var, adâlet yok, öğretmen var, hakikat yok! Besmelesiz kitaplarda aradığımız hakikat. Altını çize çize okuduğumuz kitaplardan yaptığımız ezber… Evet, taşımadı bizi güzele. Soğuk geldi bu öğretmenin yüzü. İçimize dökülen beton, içimizde yükselen betondu. Güneşin doğuşuna karar veren bilim, mezarın çapını hesap etmekte yetersizdi, ölüm daha bilimdi, daha öğretmendi hem de soğuk yüzüne rağmen.
Mektepten okula gidiyorduk her sabah. Tekrarımızda ululadığımız Allah değildi. Günahımızı kutsayarak açtığımız sabahlar, kapattığımız akşamlardan bize kalan ezberdi, boşluktu. Bahçelerde çiçek, toprakta böcek bizden daha yakındı hakikate. Yüreğini eline almış nice çocuğun yüzüne yazılan kaderinden haberi yoktu. Burası mektep değildi, okuldu. Kökü bizden olmayan bir kelimeden filizlenecektik. Mektep kara, okul beyazdı. Böyle öğretilmişti ezberimizde. Açılan yollarda durmadan yürüdük ama vardığımız yer bize ait değildi. Ant…
Bir köy evinin yer sofrasına oturuşumuzdaki mutluluk çok uzaktı. Çocuklara su içmede verilen öncelik, büyüklerin öpülen elleri nerede? İrfanın okulu var mıdır, dedim kendimce. Bir soru düştü içime. Parmak kaldırmanın bir soru olduğunu öğrendiğim şu okullarda bana verilen cevap hep yarımdı. Diğer yarısını aradığım doğrular, yanlışlarıma sayılmış, haberimiz olmadan. Kim, hangi hakla doğrularımı siler ki? Belki tek doğru kurtaracaktı beni…
“Bitirip şu kara kuru ekmeği/Göç etsem diyorum yâr ellerine” diyordu şair. Göç etsek derken üstadın dizeleri boğazımda düğümleniyor: “Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?/Güneşe göç var da kalan biz miyiz?”
Diplomalarla bilendik, başarı belgeleriyle yüceldik. Sınandık, sınandık, sınandık; bilendik, bilendik, bilendik ama bilen değildik! Şimdi âvâzımız deliyor yeri göğü.
Girişi ve çıkışı tabelalardan öğrendik. Hayata giriş; hayattan çıkış için de bir tabela lazım değil mi? Yüreğimizden tutanların hücrelerine sızan ışık yetiyordu aydınlığa. Bize güneş yetmiyordu. Çınarın gölgesine düşen ölümlerden öğrenemedik hakkı. Yanlış hesaptı. Bir ip, bir ömrü sonlandıramazdı.
Küstürdük her şeyi. Unuttuk tozlu raflarda hakikati. Yalanın öğretmenine yazdırdılar hepimizi. Kuytu köşelerden yükselen güneşler vardı. Güneşi kapatanlar, gecenin gündüz olduğuna inandırmak için ezberler yaptıradursun. Göğsümüze taktığımız kalem ve silgi şahittir ki yüreğimizi ele geçiremediler, geçiremeyecekler de.
Mektep yok, muallim yok, kalem küskün, yürekler mahpus. Demirin eriyeceğini, taşın toprak olacağını, çınarın gölgesinden anlıyorum, biliyorum, inanıyorum. “Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır/Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır” dediği gibi şairin.
Mektepsiz talebelerin göğsüne yazan hakikatin izini sürerek imar edeceğiz, iman edeceğiz. Vesselam.