Mehmet Şevket Eygi
Mehmet Şevket Eygi’yi böyle bir temmuz ayında 12 Temmuz 2019 da kaybettik. Kendisini rahmetle anıyorum.
1973 yılında İstanbul Tıp Fakültesi 1. Sınıfa yeni
başladığım aylardı. Lübnan’da bir nevi sürgünde olan M. Şevket Bey’in İstanbul’a
döndüğünü duyduk. Randevu alıp birkaç tıbbiyeli ziyaretine gittik.
1971’ deki 12 Mart darbesi 68 kuşağı sol anarşistlerinin ülkeyi sürüklediği kaos nedeniyle
yapılmış olmasına rağmen, esas darbeyi Müslümanlar yemişti. Başı dik duran
bütün Müslümanlar, sen neden
Kur’an okuttun, sen neden şapka giymedin, sen neden İslam yazısı öğrettin gibi sebeplerle Eskişehir sıkıyönetim hapishanesine
sol anarşistlerle birlikte doldurulmuştu. Şevket Bey de darbeden nasibini
almış, gazetesi kapatılmış, yurt dışına gitmek zorunda kalmıştı.
Ülkeye
döndüğü günlerde Şevket Bey’i Yerebatan Sarnıcı’nın yanındaki bürosunda bir
akşam üzeri ziyaret edip “hoş geldiniz” demiştik. Yerlere kadar kitap dolu bir
odada bizi kabul etmişti.
Tanıştık.
Tıp talebesi olduğumuzdan da bahsettik.
Şevket
Bey, hoşbeşten sonra, bizlere “Okuma-yazma
biliyor musunuz?” dedi. Biz irkilerek “Tıp talebesi olduğumuzu”
tekrarladık. Hemen arkasındaki raftan aldığı güzel cildi olan bir kitabı bize
uzattı. Yüksek sesle okumamızı rica etti. Pek
naif, pek kibar bir beyefendi idi. Kitabı sıra ile elden ele dolaştırdık.
Arkadaşlarım, okuyamadık dediler. Kitap bana geldiğinde yarım sahife kadar
okudum. “Siz lise düzeyinde okuyorsunuz” dedi. Kitap İslam Harfleri ile yazılmış Türkçe bir eserdi.
Yazımın kalan kısmını rahmetli Şevket Eygi’den biraz
kısalttığım bir alıntı ile tamamlayacağım:
Evine kapan ve ağla...
Bu,
Peygamberimizin birine öğüdüdür.
Bizim
bu devirde günde en az bir saat ağlamamız, inlememiz, kahır ve kederden
kendimizi yerlere atmamız zamanıdır. Yazık ki, gaflet denizine gark olmuşuz,
dünyadan haberimiz yok, aklımızca keyf sürüyoruz.
Şu
mukaddesatımızın haline bakınız:
Bundan
üç yüz sene önce vefat etmiş bir Müslüman mezarından çıksa ve şu günahkâr şehre
baksa ne der?.. Aaaa! Kostantiniyye elden gitmiş... diye bağırmaz mı?
İmansızlık
ve irtidat (dinden çıkış) almış yürümüş...
Muhadderat-ı
İslâm sokaklarda, meydanlarda hamam anası kıyafetinde gezip tozuyor.
Millete
nasihat edecek, emr-i mâruf nehy-i münker yapacak ulema kalmamış.
Tekaya ve zevaya mesdud... Gönül terbiyesi veren ocaklar sönmüş.
Henüz camiler açık ve namaz kılmak serbest ama vakit namazlarında
ibadet yerlerine Müslümanların yüzde beşi bile gitmiyor.
Ayaklar baş olmuş, başlar ayak...
İsmet perdeleri çak çak edilmiş...
İçki seller gibi akıyor...
Kumar yaygın hale gelmiş...
Uyuşturucu 10 yaşındaki okul çocukları tarafından bile
kullanılıyor...
Fâizin, ribanın girmediği yer yok...
Rüşvet, hile, yalan, aldatma, mekir, toplumu koyu bir sis gibi
sarmış, göz gözü görmüyor...
Nifak şikak, yalan dolan, günah isyan, fısk fücur gırtlağa
kadar...
İnsanlara, topluma gereği gibi nasihat eden yok...
Emanetlere hıyanet ediliyor...
Haram yeme yaygınlaşmış...
İslâmcı geçinen, sofu görünen birtakım kurtlar malı götürüyor...
Bina bina bina... Zina zina zina...
Dindarlık suç, dinsizlik moda...
Biz bu felaket tablosu içinde neler yapıyoruz.
Otomobillerimize binip zevk ü sefa yapıyoruz
Pikniklere verdiğimiz önemi din hizmetlerine vermiyoruz.
Mânevî bir zelzele halkın ve gençliğin bir kısmını yerlere sermiş,
onların yardımlarına koşmuyoruz. Nasıl koşacağız? Onu da bilmiyoruz...
Kadın, misafir günü için kek yapmış, kek fırında yanmış, kadın
hırsından ve üzüntüsünden ağlıyor. Din ve imanla ilgili felâketlere ağlayan var
mı?
Beride tuzu kuru, geliri bol birkaç Müslüman konuşuyor: Bumbarcı
Kerrake Usta’nın yeri açılmış, oraya gidelim, midelerimize bayram yaptıralım.
Ah bumbar vah bumbar...
Zengine kadın, kocası Hacı Zengin’e bağırıp çağırıyor: Şerefimiz
beş paralık oldu. Bizi dört yıldızlı Hotel’de yatırmaya utanmadın mı? Biz
aristokrat Müslümanız, bizi yedi yıldızlıdan aşağısı paklamaz...
Fakir Müslüman öğrenci üniversiteye yırtık pabuçla giderken zengin
Müslüman çocuğu Porsche arabayla gidip geliyor.
Bir yanda aç ve sefil Müslümanlar, öbür tarafta iyi, lüks, pahalı
yemekleri bol bol yiyerek, israf ederek semizleşmiş tombul tombul
Müslümanlar...
Bir yanda kara çarşaflılar diye hakarete uğrayan Müslüman
kadınlar, öbür tarafta mor, yeşil, pembe, eflatun, açık sarı, koyu sarı,
al, kırmızı, yeşil, havaî mavi, mor renklere bürünmüş, saçlarını deve hörgücü
gibi yapmış tesettürlü Gökkuşağı bayanlar...
Onbir ay bile bile, müteammiden, kasıtlı olarak günah işleyen ve
sonra bir umre yaparak analarından doğdukları gibi temizlendiklerini sanan Umre
Beyler...
Karun gibi zengin dini bütünler...
Çıt kırıldım Müslümanlar... Kuşkonmaz Müslümanlar...
Papazları, hahamları çok seven, kendilerini uyaran Müslümanları
hiç sevmeyen “örnek” Müslümanlar...
Emanetlere hıyanet edenler...
Gıybet ederek günde bir ton ölü eti yiyenler...
Hele şu zat yok mu, o bir âlemdir. İçinde alkol olduğu
kuruntusuyla eline limon almaz, limon sıkmaz. Aman ne takva aman ne takva...
Bağdat’ta tavuk gibi Müslüman boğazlanıyor, bizimki ziyafetten
ziyafete, sohbetten sohbete, piknikten pikniğe, bir zevk ü sefadan ötekine
koşuyor. Böyle sofu, evlere şenlik...
Ekşi ayran ve beklemiş şıra içmezmiş, aman ne sofu ne sofu...
Bağdad’da, Afganistan’da, Filistin’de, Çeçenistan’da Müslümanlara
yapılan zulümlerin katliamların ekşi şıra kadar önemi yok mu?
Min gayrihaddin (haddim olmayarak) uyarıyorum:
Ya Doğuda ayağına diken batan Müslümanın acısını yüreklerinizde
hissedersiniz, yahut, böyle bir şuura sahip olmazsanız, başınıza gelecek
felâketlere hazır olursunuz.
.