Dolar (USD)
35.50
Euro (EUR)
36.57
Gram Altın
3050.04
BIST 100
9715.86
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

​Mehmed Âkif ve Süleyman Nazif

Mehmed Âkif, Süleyman Nazif’in sanki kalemini bile-isteye Âkif’in eline tutuşturduğu bir biyografi örneğidir. Elbette bunun çok geçerli sebepleri var.

Âkif’i, Türkiye tarihinin en büyük şairiyken kamuoyu nezdinde en tartışmalı karakterlerden birine dönüştüren sürgün evresi, resmî ideolojinin biçimlendirdiği yeni bilinç inşasının ve oluşturmaya çalışılan toplum katmanlarının karşısında dimdik duran “Son Osmanlı” ruhunu da dışlama çabasıydı. Âkif ise hayatını davasının karşısında bulmaktansa ölmeyi yeğleyen, sarsılmaz inancıyla ıstırabını dindiren, çok yorgun ama hiç yılmayan bir savaşçıydı.

Uzun Cumhuriyet yılları boyunca Âkif’i “İstiklâl şairi” olmanın ötesinde özümseyerek tanıyamadık. Çünkü, biricik İstiklal Marşımızın şairi olarak başımızın tacı olması yanında, büyük bir kabahat işlemiş suçlu misali sınır dışı edilen bir sürgünzede olma çelişkisini ve muğlaklığını, anlamanın da anlatmanın da bir yolu yoktu. İslami hassasiyetin mumla aranacağı bir döneme hazırlanan yeni rejim eliyle gıyabında itibarsızlaştırma başlatıldı. Bu beklenmedik darbeleriyle mücadele etmek yerine, son nefesine dek Hakk davasının ve haklı davanın bir neferi olarak yaşamayı yeğledi.

İtibarsızlaştırmaların had safhaya çıktığı bir dönemde Süleyman Nazif’in, İstiklal şairinin o az bildiğimiz “insan” yanıyla toplumu buluşturma çabası yani Mehmed Âkif biyografisini ortaya koymak, hiç de öylesine bir dost mektubu yazmak gibi değildi. O, Âkif’in halkın gözünde itibarını yeniden kazanmak için çabalamayacağından emindi. Bu yüzden Âkif’în hayatını vakfettiği mücadelenin arka planındaki, hasletleri, özlemleri, inadı, inancı ve sevgiyi konuşturdu. Bir sanatçı, bir eleştirmen, bir hayran, bir dindar, bir çocuk, bir delikanlı, bir şair, bir dost olarak birbirinden ayrılmaz Mehmed Âkif portrelerini birlikte sundu. Arada Doğu-Batı edebiyatlarına dair ince kritiklerle anlatımını zenginleştirdi, ustalığını konuşturdu ve tanış olmaktan memnuniyet duyacağımız bir insan manzarası çizdi. Ve bunu, o henüz hayattayken, hâlâ sorulduğunda suçlamalar karşısında haklılığını izah edebilecekken yaptı.

Nazif, Âkif’in dostu olabilmekten duyduğu mutluluğu kitabın başında Mithat Cemal’e yazdığı “güzelleme”den de hissedebilmek mümkün. “Mehmed Âkif’i ben nasıl olsa tanıyacak ve elbette sevecektim. Fakat onun beni tanıyıp sevmesi müşkildi (zordu).” cümlelerinden sonra ve Mithat Cemal’e bu yakınlaşmaya verdiği destek karşısında duyduğu minneti dile getirmişti. Âkif öyle değerli bir dosttu ki, bu dostluğun vesileleri bile benzersiz kıymetteydi.

Süleyman Nazif’in anlatımında, Âkif’in hayatını özümsemiş güçlü bir yan bulunur. Bu güven, dağınık bir kurgunun içinde tereddütsüz seçilen bütünü en net haliyle algılayabileceğiniz bir üslup ortaya koyar. Bir şiirini, bir çocukluğunu dolaşırız. Ya Fatih sokaklarında, ya dedesinin ya da babasının rahlesinde buluruz onu. Süleyman Nazif, Âkif’in çocukluğu, yetişkinliği, toyluğu ve olgunluğu arasında dalgalanır durur. Sanki şairin zihninden akan hatıralar ve türlü düşünceler arasında bir yolculuktur bu. Aklını okur, mazisini sınar gibi… Ve sık sık Âkif ile ilgili kritik yargı cümleleri kurar. Odaklandığı savunma şartlanmışlığına rağmen edebî söylemden ödün vermez. Onun için karşımıza çıkan metin bir deklareden çok, duygu ve gerçekçilikle beraber Nazif’in şahitliğiyle yoğrulmuş ince bir analizdir.

Süleyman Nazif, hayatı tarihte sırlansın ve unutulmaya terk edilsin diye ötelenen Âkif’in yüreğinin sesi oldu ve hayatını anlatan Mehmed Âkif’i yazdı. Birinci dereceden büyük şaire en yakın belleklerden olduğunun şuuruyla, onun hiçbir zaman kaleme almayacağını bildiği şahsi müdafaasını ortaya koymayı bir görev bilmişti. Bunun Nazif’te hem ferdî hem de millî bir karşılığı vardı.

Âkif cephede savaşmış bir asker olmasa da gönlümüz, haksızlık karşısında kalemini kılıç eyleyen bir asker olduğu yargısıyla kaydetmiştir. Şiirlerindeki cephe tasvirlerinin, onu koca bir orduyu ardına alarak zulmete karşı mücadeleye koşan bir kumandana dönüştürdüğü fikrine engel olamayız. Asım üzerinden vücut bulan, İslam ahlakını esas alan, mütevazılığı, cömertliği ve çileli yaşamı ile tanıdığımız Âkif, bir şairden çok fazlasını temsil eder. En kritik devirlerinden birindeyken, savaş yorgunu Türkiye’nin göğsüne kazıdığı mısralar, memleketin kirişleri gibidir. Büyük sarsıntılarda yaslandığı cesarettir.

O, 28 Aralık 1936 Beyazıt Meydanı’nda kimsesiz bir mevta olarak devlet eliyle terk edilmiş hâlde bulundu. Uğradığı ihanete rağmen koca bir sivil insan kalabalığın eliyle defedilmek nasip oldu. İstiklal Savaşı’nın manevi kahramanı ve bu milletin baş tacı ve en büyük şairi olarak… Şimdi ise kendinden daha erken vefat eden dostu Süleyman Nazif ile Edirnekapı Şehitliği’nin nurlu bağrında yan yanadır. Bu kabirler, İstanbul’un mutlaka gidilesi ve unutulmayası ziyaretgâhlarındandır.

Rahmet olsun!