Mehmed Âkif ve Süleyman Nazif
Mehmed
Âkif, Süleyman Nazif’in sanki kalemini
bile-isteye Âkif’in eline tutuşturduğu bir biyografi örneğidir. Elbette bunun
çok geçerli sebepleri var.
Âkif’i, Türkiye tarihinin en
büyük şairiyken kamuoyu nezdinde en tartışmalı karakterlerden birine dönüştüren
sürgün evresi, resmî ideolojinin biçimlendirdiği yeni bilinç inşasının ve
oluşturmaya çalışılan toplum katmanlarının karşısında dimdik duran “Son
Osmanlı” ruhunu da dışlama çabasıydı. Âkif ise hayatını davasının karşısında
bulmaktansa ölmeyi yeğleyen, sarsılmaz inancıyla ıstırabını dindiren, çok
yorgun ama hiç yılmayan bir savaşçıydı.
Uzun Cumhuriyet yılları boyunca
Âkif’i “İstiklâl şairi” olmanın ötesinde özümseyerek tanıyamadık. Çünkü, biricik
İstiklal Marşımızın şairi olarak başımızın tacı olması yanında, büyük bir
kabahat işlemiş suçlu misali sınır dışı edilen bir sürgünzede olma çelişkisini
ve muğlaklığını, anlamanın da anlatmanın da bir yolu yoktu. İslami hassasiyetin
mumla aranacağı bir döneme hazırlanan yeni rejim eliyle gıyabında
itibarsızlaştırma başlatıldı. Bu beklenmedik darbeleriyle mücadele etmek yerine,
son nefesine dek Hakk davasının ve haklı davanın bir neferi olarak yaşamayı
yeğledi.
İtibarsızlaştırmaların had
safhaya çıktığı bir dönemde Süleyman Nazif’in, İstiklal şairinin o az
bildiğimiz “insan” yanıyla toplumu buluşturma çabası yani Mehmed Âkif biyografisini ortaya koymak, hiç de öylesine bir dost
mektubu yazmak gibi değildi. O, Âkif’in halkın gözünde itibarını yeniden
kazanmak için çabalamayacağından emindi. Bu yüzden Âkif’în hayatını vakfettiği
mücadelenin arka planındaki, hasletleri, özlemleri, inadı, inancı ve sevgiyi
konuşturdu. Bir sanatçı, bir eleştirmen, bir hayran, bir dindar, bir çocuk, bir
delikanlı, bir şair, bir dost olarak birbirinden ayrılmaz Mehmed Âkif
portrelerini birlikte sundu. Arada Doğu-Batı edebiyatlarına dair ince
kritiklerle anlatımını zenginleştirdi, ustalığını konuşturdu ve tanış olmaktan
memnuniyet duyacağımız bir insan manzarası çizdi. Ve bunu, o henüz hayattayken,
hâlâ sorulduğunda suçlamalar karşısında haklılığını izah edebilecekken yaptı.
Nazif, Âkif’in dostu olabilmekten
duyduğu mutluluğu kitabın başında Mithat Cemal’e yazdığı “güzelleme”den de
hissedebilmek mümkün. “Mehmed Âkif’i ben nasıl olsa tanıyacak ve elbette
sevecektim. Fakat onun beni tanıyıp sevmesi müşkildi (zordu).” cümlelerinden
sonra ve Mithat Cemal’e bu yakınlaşmaya verdiği destek karşısında duyduğu
minneti dile getirmişti. Âkif öyle değerli bir dosttu ki, bu dostluğun vesileleri
bile benzersiz kıymetteydi.
Süleyman Nazif’in anlatımında,
Âkif’in hayatını özümsemiş güçlü bir yan bulunur. Bu güven, dağınık bir
kurgunun içinde tereddütsüz seçilen bütünü en net haliyle algılayabileceğiniz
bir üslup ortaya koyar. Bir şiirini, bir çocukluğunu dolaşırız. Ya Fatih
sokaklarında, ya dedesinin ya da babasının rahlesinde buluruz onu. Süleyman
Nazif, Âkif’in çocukluğu, yetişkinliği, toyluğu ve olgunluğu arasında
dalgalanır durur. Sanki şairin zihninden akan hatıralar ve türlü düşünceler
arasında bir yolculuktur bu. Aklını okur, mazisini sınar gibi… Ve sık sık Âkif
ile ilgili kritik yargı cümleleri kurar. Odaklandığı savunma şartlanmışlığına
rağmen edebî söylemden ödün vermez. Onun için karşımıza çıkan metin bir
deklareden çok, duygu ve gerçekçilikle beraber Nazif’in şahitliğiyle yoğrulmuş
ince bir analizdir.
Süleyman Nazif, hayatı tarihte
sırlansın ve unutulmaya terk edilsin diye ötelenen Âkif’in yüreğinin sesi oldu
ve hayatını anlatan Mehmed Âkif’i
yazdı. Birinci dereceden büyük şaire en yakın belleklerden olduğunun şuuruyla,
onun hiçbir zaman kaleme almayacağını bildiği şahsi müdafaasını ortaya koymayı
bir görev bilmişti. Bunun Nazif’te hem ferdî hem de millî bir karşılığı vardı.
Âkif cephede savaşmış bir asker
olmasa da gönlümüz, haksızlık karşısında kalemini kılıç eyleyen bir asker
olduğu yargısıyla kaydetmiştir. Şiirlerindeki cephe tasvirlerinin, onu koca bir
orduyu ardına alarak zulmete karşı mücadeleye koşan bir kumandana dönüştürdüğü
fikrine engel olamayız. Asım üzerinden vücut bulan, İslam ahlakını esas alan,
mütevazılığı, cömertliği ve çileli yaşamı ile tanıdığımız Âkif, bir şairden çok
fazlasını temsil eder. En kritik devirlerinden birindeyken, savaş yorgunu
Türkiye’nin göğsüne kazıdığı mısralar, memleketin kirişleri gibidir. Büyük
sarsıntılarda yaslandığı cesarettir.
O, 28 Aralık 1936 Beyazıt
Meydanı’nda kimsesiz bir mevta olarak devlet eliyle terk edilmiş hâlde bulundu.
Uğradığı ihanete rağmen koca bir sivil insan kalabalığın eliyle defedilmek
nasip oldu. İstiklal Savaşı’nın manevi kahramanı ve bu milletin baş tacı ve en
büyük şairi olarak… Şimdi ise kendinden daha erken vefat eden dostu Süleyman
Nazif ile Edirnekapı Şehitliği’nin nurlu bağrında yan yanadır. Bu kabirler,
İstanbul’un mutlaka gidilesi ve unutulmayası ziyaretgâhlarındandır.
Rahmet olsun!