Medine’ye varamadım!
Merhum Nuri Pakdil ne güzel söylemiş:
“İslâm, muhafazakâr değil, devrimci bir dindir.”
Şimdi gel de bunu, İslâm ile muhafazakârlığı birbirine karıştıran “zihin dünyası”na anlat!..
Şimdi..
Bir köyden, bir kasabadan, bir de şehirden bahsedeceğim de…
Buradaki “köy, kasaba ve şehrin” bile “demokrasideki çoğunluk” tarafından yanlış anlaşılması kuvvetle muhtemel.
“Sosyoloji”, bu memlekette “işsiz kalacakların” mesleği.
Her neyse, doğru bildiğin yolda hiç durmadan ilerle:
Efendim;
Muhafazakâr, “ne köye ne de şehre benzeyen kasaba” gibidir.
Orada ne köyün ferahlığını ne de şehrin hareketliliğini görebilirsiniz;
Biraz köye benzer biraz şehre, her ikisinden de biraz almıştır, ne o dur ne de bu.
Uzun yıllar evvel köyünden “mecburen” koparak şehirlerin civarlarında topluluklar oluşturan “madun”lar, İranlı Sosyolog Asaf Bayat’ın tabiriyle “Yeni Yoksullar”, hemşehrilik, cemaat, vakıf, dernek mensupluğu, kulüp taraftarlığı, “partililik” gibi kimliklerle kendilerini ifade etmeye çalışırken…
“Kendileri gibi olmamaları” için, çocuklarını “okutma”nın gayreti içine girdiler…
Kolay iş miydi bu?
Hafızamda canlıdır:
Bir süre ikâmet ettiğimiz mekânın kapıcısı Mehmet Efendi, dört çocuğu ile sığındığı kapıcı dairesinden atılmamak için apartmanın her işine koşardı…
Elinden her iş gelirdi ve her işi de “bedavadan” yapmak zorundaydı.
“Angarya” Anayasal suçtu ama o vakitler hukuk yoktu, sosyal güvence de yoktu, ne sosyal güvencesi, çocuklarını tek odalı ‘sıcak’ bir kapıcı dairesinde tutabilmek bile büyük lükstü.
Köyden göçmüş arkadaşlarının göz diktiği işine dört elle sarılırdı Mehmet Efendi, eşi ve çocuklarının 14 daireye yayılmış “ev sahipleri ve kiracılar” tarafından ezilmesini görmezden gelirdi.
Gelmek mecburiyetindeydi.
Gecenin 2’sinde elektriği arızalanan “sakin”in zile basıp Mehmet Efendi’yi çağırması olağan hallerdendi.
Televizyonlar yeni gelmişti, sık sık “karlı” görüntü moduna geçerdi meretler.
Mehmet Efendi bu işi de öğrenmişti, çekmeyen anteni “metal elbise askısıyla” desteklediğini hatırlarım, ne ayrıntılar yerleşiyor çocuk beynine.
Yıllar yıllar sonra…
Lisenin bilmem kaçıncı sınıfında okurken…
Mehmet Efendi’ye “takım elbise” almak için gittiğim Mahmut Paşa’da rastlamıştım.
Bir “elbise dükkânı” açmıştı.
Birikimini yatırdığı tarlanın para etmesi, yaptırdığı gecekondunun “tapuya” kavuşması filan derken toparlamıştı.
O beni tanımadı haliyle, ben tanıdım.
Eski günleri yâd ettik.
Dört çocuğunun da üniversiteyi bitirdiğini söyledi.
“Kapıcı olduğum yerden ev almak nasip oldu” dedi.
Bir de “gururla” şunu ekledi:
“Komşuluğa bile geldiler ‘sizinkiler’ bize!”
“Sizinkiler” derken ağzının güldüğünü, kaşının ise “eski günlerin” hıncıyla çatıldığını hissettim.
Böyle bir garip bir görüntü; gurur, sevinç, hüzün, kırgınlık, kızgınlık bir arada…
Hatta hatta…
“Ya eski günlere dönersem, bir tarla daha almam lâzım!” gibi bir izlenim bile edindim hallerinden!..
Biraz da “beyazların arasındaki zenci”nin ruh hâli, o yılların moda şarkısındaki gibi:
“İşte öyle bir şey.”
Böyle böyle nice hikâyesi vardır muhafazakâr takımının, ben hiç “muhafazakâr” olmadığım, “Tek Parti” kafasından uzaklaştığım andan itibaren “Medine”yi aradığım (ve hâlâ aramakta olduğum ve bundan dolayı da bir yerlere sığamadığım) için “muhafazakâr” hislere yabancı gibiyim, amma velâkin halden anlamaz da değilim.
“Kemalist Sol” basından kopup farklı bir atmosfere geldiğimde ve o atmosferin “haberci”leriyle tanıştığımda ilk dikkatimi çeken çok “çekingen” olmalarıydı.
Kendileri gibi düşünmeyenlerin ortamlarına gitmiyor ya da gitseler bile, bir köşede sessiz sedasız bekliyorlardı.
“Çevrelerinde” gazetecilik yapıyor, kendilerini oralarda “güçlü”, daha doğrusu “korunaklı” hissediyorlardı.
Kemalist Sol basından gelenler ise her ortamda rahat davranıyorlardı, özgüvenlerini hemen belli ediyorlardı.
Muhafazakâr kodlarla büyütülmüş ve mesleğe başlamış habercilerin, söz söylerken ziyadesiyle çekindiklerini, yakın siyaset adamlarına karşı “abartılı” saygı gösterilerine girdiklerini gördüm.
Onlarla tanıştıkça, “Mehmet Efendilerin Evlâtları” olarak yıllar yılı ezildiklerini, şahsiyetlerinin hücumlara maruz bırakıldığını anladım.
Böyle bir halleri vardı, “en şedit karşıtlarıyla” görüşen ve onların mekânlarında da gazetecilik yapan bendenizi yadırgıyorlardı.
Hatta…
“Her kesimle ilişkisi var, tekin değil bu adam!” diyenleri bile işittim.
Bu “dost”ların çoğu zehir gibi işleyen beyne sahipti ama beyinleri “Onu yapma, bunu yapma, öyle yapılmaz böyle yapılmaz!” kodlamalarıyla kuşatılmıştı.
Bu anlayış, zaman içinde büyük mesafeler kat etti.
Az zamanda çok ve büyük işler yaptı.
Amma velâkin “Kültürel İktidar” başka bir şeydi.
“Kültürel İktidar”, “Medine”de kuruluyordu.
“Medine”ye kavuşmak hiç de kolay değildi.
“Medine”ye gıcır gıcır yollar ve hızlı araçlar gitmezdi.
“İlim, irfan, hikmet, tefekkür” yüklü adımlarla, sindire sindire…
Kibirle değil ama inancın gücünden gelen özgüvenle…
Böyle varılırdı Medine’ye.
Başka medeniyetlerin gölgesinde değil, “Kutlu Medeniyet”in çölü serinleten ikliminde…