Mazursun
Dalından erken düşen meyve, birden sararıp solan çiçek…Mahrumiyet… Ve gelip göğsüne oturan gam dağları. Mahsur bir canın duyulmayan feryadı.
Salonda sessizlik, sahnede boşluk. Birden sönen ışıklar. Başladı! Gölge oyunu değilse nedir bu? Ne ses ne görüntü… Ancak başlamıştı bir ayrılık hikâyesi. Ruhu kadar eski zamanlardan süregelen bir oyunun yeni sahnesinde şimdi belirsizlik vardı. İçinde değilse neredeydi, kim yazmıştı bu oyunu? Hiçbir şey görünmüyordu. Sahnede arka arkaya açılan perdeler. Aynada sonsuz boşluk…
Elini göğsüne koydu. Öylece duruyordu. Nefes alıyor ama kalbinde tık yok. Gözleri açık, kör değil ama göremiyor; dokunduğu yerde his yok; kanı çekilen damarlarında renk değişimi. Gökyüzüne açılan perdeler. Kat kat sonsuzluğa, sonsuz hayale açılan kapılar.
Ardına düştüğü bir can… Kanatlarında ateş, gözlerinde yıldız… Mecalsiz ve mekânsız. Şimdi bu oyunda ıpıssız. Elinde lügat, binlerce kelime hizaya giriyor. Arz edecek hâlini. Ya canını sunacak ya da ömür boyu mahrumiyet. Tek kelime yazıyor: “Mahrumiyet.”
Mahrumiyet. Yazdıkça siliniyor. Yazdıkça tükeniyor kalem. Bir muamma mı? Nedir bu bilinmez hâl? Tekrar yazıyor yine siliniyor. Nasıl arz edecekti hâlini? Vakit geçiyordu. Derdine derman olmayacaktı yazmak, biliyordu o kapıdan geçemeyeceğini. Ancak pürmelâldi içi. Neler çektiğinin bilinmesi iyi gelecekti. Yine yazdı. Yine silindi. Yazılanı kendinden başka gören yoktu. Sürekli yazdı, hep aynı son. Ne yazdı ise silindi. Bıraktı kalemi.
Bir kitap aldı. İsmi dikkatini çekmişti: “Mahrumiyet”
Yeni başladığı kitabı çabuk bitirmeyi düşünüyordu. Ancak okudukça sayfalar artıyordu. Kaç sayfa okuyorsa iki katı artıyordu. Okundukça kalınlaşan kitap… Her sayfada aynı mana. Anlamaya çalışıyordu. Mesaj neydi? Niçin kendisini bulmuştu bu ağır imtihan? Gökkuşağını yakalamaya çalışır gibiydi. Ama olmuyordu. Umudunu kaybetmek istemiyordu. Bırakmayacaktı, vazgeçmeyecekti, dönmeyecekti bu yoldan. Sabır, dedi, sabır.
Ne yazabiliyor ne okuyabiliyordu. Hep aynı yerdeydi. Yer, ayağının altından kayıp gidiyordu.Teni mengenede, canı kafeste, ruhu ızdırapta. Oysa yerinde durmazdı, coşkuluydu, kıpır kıpırdı. Gözlerinde daima parlayan bir ışık vardı. Şimdi aynayı karartan bir hüzün çökmüştü yüzüne. Derin bir uykuya dalıp istediği rüyayı görmek istiyordu. Kapadı gözlerini.
Güneş henüz yeryüzünü selamlamadan uyandı. Başucunda duran defter ve okudukça artan kitap. Kalemi eline aldı. Gördüğü rüyayı yazmak istedi. Öyle gerçekçi idi ki tesiri üzerinde idi. Göğsüne oturan ağırlık kalkmıştı. İçinde tatlı tatlı serin rüzgârlar esiyordu. İlk kez bu kadar yaklaşmıştı huzur limanına. Burada, dedi, işte burada demirlemek ve ebediyen burada yaşamak. Bir ömür nasıl yaşanır, nasıl yaşlanılır, işte burada göstermek gerek, dedi.
Tüm bu yaşananlara sebep kimdi? Kalemin ardındaki el kimin? Niçin toprağında değil çiçekler? Gökyüzü varsa kuşlar neden yok? Bahar geldiyse çiçekler, kelebekler nerede? İçimizdeki çağlayan nereye akacak? Sel suçlu ilan edilir mi? Karabulutlara ve şiddetli yağmura ne demeli? Değil değil! Suçlu aramamalı. Suçu ortadan kaldırmalı. Hataya sebep olanı konuşmalı. Yangına su dökmek kolay olanı seçmek değil mi? Yangının da yaşama hakkı, yanma hakkı yok mudur?
Ben bir yangınım, dedi. Sönüp sönüp tekrar alevlenen yangın. Su dökmeyin üstüme. Daha yanarım, daha büyürüm. Ve kalemi aldı, başladı yanmaya:
“İsmin hâllerini değil, ben senin hâllerini ezberledim. Çünkü ismim ismine eklenerek anlam buluyor her cümle. Seni sevmek bunun adı. Sevmenin hâlleri belki de. Uçup giden bir kuşa yetişilir mi? Şimdi içimde ateş. Ve seni hep eskilerde sevme hayali veya ardından bakıp ağlama zamanı. Her ne olursa olsun, seni bilme hâli. Hepsine tamam, hepsi sana ait. Sana ait olan ne varsa sevmek. Başka çare yok, kalan bu. Senin ömrün. Ömrüne razıyım. Güzelliğin ömründür, ömründe kalayım.”
Yahya Kemal’in “Hepsi meshûr, o muamma güzeli/ Gittiler görmeye Kaf Dağlarına” dizelerinde anlatılan güzeli ve onun peşindeki büyülenmişleri düşündü. Yine bir uykuya daldı. Lâlezarda. Bembeyaz laleler içinde. Defterini açtı, kaldığı yerden devam etmek istiyordu. Ahmed Gazali’nin gam yüklü şiirini okudu: “Senin gönlün daima meshûr ve musahhardır, mazursun/Gamın ne olduğunu asla bilmedin, mazursun/Ben sensiz bin gece kan yuttum/Sen bir gece sensiz kalmadın, mazursun” Zenginlik sende, güzel sensin. Yoksunluk ve yoksulluk bende. Tüm bu gama sebep sen, mazur isen ben neyim? Mahrumiyetinden dolayı hata etmişsem ben de mazur sayılmam mı?