Maymunun sırtı ve gözü
Kimileri vardır ki onlarca yıl, hatta kırk yıl, merkebin sırtında taşıması misali beyninde kitapları taşır da hiçbir kemalâta vasıl olamaz. Daha da kötüsü hamili olduğu bilginin yol açtığı kibir ile hiç olmadık yere konuverir.
Üstelik bununla da iftihar eder. Sonrada düçar olduğu derekeye insanları davet eder.
İşte böyle bir zat “us”, “bilim” derken Darwin’de karar kıldı.
Kendisine “bir daha dünyaya gelecek olsanız ne olmak isterdiniz?” sualine “tanrı” cevabını veren; “size kibirli diyorlar” sualine “zât-ı kibriya” yani Tanrının büyüklüğünden esinlenerek savunmada bulunan; Türkiye’deki İslami kesimi kastederek “o mahalleyi kuran benim” kuruntusunu fâş eden bu zat, iki zümreye karşı amansız düşmanlığını her fırsatta dile getirir.
İlki cami cemaati, ikincisi ilahiyatçılar. Cami cemaatinin hayatında, bu zatın söylediklerinin hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığı aşikâr. Peki ya ilahiyatçılar? Kanaatimce ilahiyatçıların kusuru diplomalarının olması...
Bu zat Darwinci nazariyeden hareketle bazı tahlillerde bulunuyor. Kur’an insanın kökeni hakkında bilgi vermezmiş. Tanrı ben “bir halife yaratacağım” demiş, Âdem’i çamurdan yaratmış, nefsinden de eşi Havva’yı yaratmış, sonra şu ağaca yaklaşmayın demiş onlar da yaklaşıp meyvesinden yemişler ve cennetten kovulmuşlar.
Yeni Darwinist’imize göre bunların hiçbirisi bilgi değeri taşımazmış zira ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilirmiş. Bu nedenle isteyenlerce inanılabilirmiş.
İnsanın kökeni hakkında bilginin kaynağı ise Darwin’in evrim anlayışında mündemiç imiş.
Düşünürümüz evvela insanı diğer canlılardan ayıran iki mümeyyiz vasfının altını çiziyor: Sırtının düz olması, iki ayağı üzerinde durması.
Sonra başlıyor anlatmaya: Üst dudağımızın ortasındaki yarık eski atamız olan balıktan gelme fizyolojik bir kalıntı imiş.
Ee sonra? Yakın atamız maymun ağaçlarda yaşarmış. Onun için parmakları çengel şeklinde imiş. Sonra nasıl olmuşsa ağaçtan inmiş ve ayağını toprağa basmış. Dört ayağı üzerine yürürken yavrularını taşımak için ön ayaklarını kullanma ihtiyacı hissedince arka ayakları üzerinde yürümesine müsait evrim meydana gelmiş. Dahası sırtını düzeltmeye başlamış; bu tabiî ki öyle şıppadak da oluvermemiş. Dile kolay sırtın düzelmesi tam beş yüz bin yıl sürmüş.
Al sana bilim! Mümkünse doğrula yahut yanlışla.
Yakın atalarımız misler gibi dallarda yaşarken neden ayağını yere basma ihtiyacı hissetmiş? Hadi yangın çıktı su bastı diyelim; neden binlerce yıl yürümüşte en yakın bir ormanda ikamet etmeyi becerememiş? Yavrularını dallarda sorunsuzca taşırken neden yerde taşımakta zorluk çekmiş? Dört ayaküstünde yürürken sırtında neden taşımamışta ön ayaklarında taşımak lüzumu hâsıl olmuş?
Cevap yok! Ama hübut var. Hem de Âdem’in ki kadar acıklı bir hübut.
Evrimcimize göre sırtı düzleşen insanın başı yere doğru olmaktan kurtulmuş; kaldırınca gökyüzünü seyreden bir varlık olmuş. Bu da “bilgi” peşinde koşmasını sağlayarak insana onurunu kazandırmış.
Bak şu işe! Demek ki gökyüzünde yaşayan kuşlar avantajlarını kullanmayıp aymazlıkları nedeni ile yitirmişler şanslarını! Üstelik başlarını 270 derece çevirebilme imkânına haiz iken.
Gel de Yunus Emre’yi anma: İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin/Ya nice okumaktır.
Safsataları bırakıp birazda Kur’an’da bahsedilen kıssaya dönecek olursak ayetler insanın asli boyutlarını belirleyerek bizleri iradi eylemde bulunmaya çağırıyor. Yani kaygısı insanoğlunun eylemlerinde şuur sahibi olmasını istemek...
Zira insanları diğer canlılardan ayıran husus “dünya” kurmak yeteneği ile bezenmiş olmalarıdır. Ama bu asla tek tip dünya kuracakları anlamına gelmez. İnsan yeryüzünde farklı farklı dünyalar kurar. Çünkü ontolojik yapısı itibariyle çeşitli varoluş imkânlarına sahiptir.
“Onur” kafasını göğe diktiği sebebi ile kazanılmaz. Yahut Kur’an ‘insan onur’u konusunda insanın tabiatına odaklanmaz. Yahut fıtri onur değildir bize hatırlatmak istediği. Burhanettin Tatar’ın ifadesiyle fıtri onur tıpkı metin ile yazarı arasındaki ilişki gibidir. Nasıl ki yazar açısından yazdığı metinde bütün kelimeler ve harfler arasında değer itibariyle bir fark yoksa tarih boyunca bütün insanlık aynı onura sahiptir.
Ama kesbi/kazanılan onura eylemler ile sahiplenilir. İnsan zamansal ve tarihsel yeryüzü macerasında ancak tecrübeleri ile bu “onur”u kesp eder.
Âdem ve Havva ile başlayan işte bu tecrübe zinciri. Eylemlerinin ona kazandırdıkları ve kaybettirdikleri. Ve tabiî ki tövbe. Âdem ve Havva nasıl yeryüzünde hatalarını anlamış ve “ kural” bilincine ererek tövbe etmişlerse bizim zamansallığımızda da vakıa böyle.
Yani onuru cennette peşinen verili iken yasak meyve tecrübesi ile insan kural’ın anlamına vakıf olmuş ve yeryüzünde herkes kendi macerasına/kural ile sınanmasına başlamıştır.
Âdem ve Havva kıssası bu nedenle çok önemli bilgiler vermektedir. Varoluş ile ilgili bilgiler. Köken konusuna gelince bunu zaten bu zihin çözmüştür:
Yaratıcı Allah’tır vesselam.
Darwincimiz için asıl hüzünlü olan “Hz. İnsan” ile başlayan serüveninin “evrim” ile neticelenmesi.
Mahalle kurucusu(!) bu mahalle de elde edeceği bir şey kalmayınca ayağını öteki mahalleye basıp sıçramanın peşinde. Amacı öteki mahallenin dikkatini çekip dünya çapında bir feylesof(!) olmanın imkânını yakalamak...
Yani sırtı evrimleşti, sıra gözünü açmakta.
Lakin ben yine de duacıyım. Allah ıslah etsin.
Çünkü tövbe kapısı Hz. Âdem ile açıldı ve halen daha kapanmadı...