Materyalizm Versus Maneviyat
Jürgen Habermas modernliğin içine düştüğü handikaplardan birisinin de toplumların artık ekonominin dili üzerinden ilişki kurmaları olduğunu belirtmektedir. Habermas’ın böyle bir tespitin ardından sosyolojinin babaları olan Comte ve Durkheim’ın sanayileşme ve bireyselleşmenin zayıflattığı “dayanışma”ya göndermede bulunması üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Genelde toplumlarda
“önemli olan maneviyat, maddiyatçı olmamak lazım” şeklinde özetlenebilecek
argümanın sıkça zikredildiğini duyarız. Ortada varolan gerçeklerden birisi,
maneviyat vurgularına rağmen “madde” üzerine yoğunlaşma toplumumuzda niçin
artmaktadır? Söz gelimi muhafazakar kesimin 1970’li ve 80’li yıllarda daha
kuvvetli olan bu maneviyat vurgusunun, bugün gelinen noktada söylemi aşamayan
bir yüzeyselliğe dönüştüğünü görmek lazımdır.
Yine toplumda insanların
maddi olanı talep etmek konusunda eskiden daha baskın olarak görünen bir
utangaçlıkları vardı. “Gözünü maddiyat bürümüş” demesinler diye, maddi
taleplerini bile maneviyatın toplumsal meşruiyet söylemleri içinde dile
getirirlerdi. Ancak bir gerçek daha var ki, farklı ideolojik kesimlerden
insanların 1970 ve 80’li yıllarda “dava” kelimesi etrafında özetlenebilecek
madde ve manaya dair geliştirilmiş refleksleri vardı ki, bugün belli bir yaşın
üzerinde bu söylemlerin azalsa da devam ettiğini görmekteyiz.
Yıllar önce okuduğum
Muhammed Kutup’un “İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler” isimli kitabında aklımda
kalan belirleyici cümle “insanın çift kutuplu” bir varlık olduğudur. Kur’an
Şems suresinde “insana fücuru ve takvasını ilham eden” ifadesiyle bu kutupların
üst kavramlarına vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla madde ve mana kavramlarının
insanda sağlıklı biçimde inşası dengeli bir hayat açısından da anlam
taşımaktadır.
Bugün özelde toplumumuzda
Habermas’ın deyişiyle ekonomik dilin tüm ilişkilerdeki hakimiyeti acaba hangi
sebeplere bağlanabilir? Bu soruyu her boyutuyla cevaplandırmak aynı zamanda
toplumsal hafıza ve kültürün derinliklerinden gelen dip dalgaları da bizim için
sarahate kavuşturacaktır. Öncelikle bugün madde ve mana arasındaki
dengesizliğin insanlar arasında yükselmesini, yakın geçmişteki periferik
durumlarıyla bağlantılı olarak “madde”ye olan uzak hayatlarına bağlamak
mümkündür. Bu durum muhafazakarların yıllar içerisinde “arzu “biriktirmelerini
sonuçlamış görünmektedir. Dolayısıyla şöyle bir argüman öne sürmek mümkün
görünmektedir; dengeden uzak aşırı maneviyatçı söylemler, süreç içerisinde
aşırı maddiyatçılığa doğru savrulma riski taşımaktadırlar.
Meselenin bir başka
boyutu da kutsal-profan, ruh-beden gibi ikiliklerde olduğu gibi mana-madde
kavramları arasında da bir dualitenin açığa çıkmasıdır. Dualite bu ikili
kavramlardan her birini diğerinden bağımsız bir hakikat olarak kabul eden
yaklaşımların tümünü tanımlamaktadır. Bu bağlamda dualistik bakış açısı bir
boyutuyla “mana”yı ya da maneviyatı her şeyi açıklayan ve hatta insan hayatını
da bütünüyle maneviyattan ibaret görmektedir. Bir diğer boyutuyla da “madde”yi
merkeze alan, insanı ve evreni salt materyalistik bir çerçevede okumaktadır.
Söz gelimi günümüzde maddi ve manevi danışmanlıkların birbirinden
bağımsızlaşarak ayrılması böyle bir handikapı taşımaktadır.
Yaşanan süreçler
maneviyatçılığın madde ile beslenmeden metafizikleşerek toplumların üzerine
çökmeye başladığını göstermektedir. İnsanların bastırılmış “maddi”lik
boyutunun, maneviyat söylemi içinde bir dip dalga şeklinde işleyerek sürekli
arzular ürettiğinde, bir müddet sonra koyu bir materyalizme dönüşmesi imkan
dahiline girebilir.
Neticede bugün çokça
şikayet edilen madde-mana dengesizliği, önemli oranda yakın tarihteki
mahrumiyetlerle de ilintili görünmektedir. Maneviyat önemlidir ama maddesi
olmayan toplumların maneviyatı amorf bir görünürlük kazanmaktadır. İşte bu
sebeple maneviyat görüntülerinin içinden mebzul miktarda materyalizm
fışkırmaktadır.