Masumun ahı mı, hakkı mı?
Adâlet olmadan devlet olmaz! Hüküm vermek için tüm delilleri, sanığın aleyhine veya lehine olsun, toplamak adâletin gereğidir.
Suçu kesinleşmemiş birine masum gözüyle bakılması teamülü vardır. Evet, buna “masumiyet karinesi” deniliyor. Suçsuzluk karinesi veya masumiyet karinesi olarak hukuk terimleri içinde yerini alan bu görüş anayasal bir haktır.
“Anglo Sakson hukukunun bir armağanı olan “suçsuzluk karinesi” hem Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde hem de Anayasa’da düzenleme altına alınan bir ilkedir. Suçsuzluk karinesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak 2. fıkrasında hüküm altına alınmıştır. Anayasanın ise 15. maddesinde temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının durdurulması başlığı altında çekirdek haklar arasında ve suç ve cezalara ilişkin 38. maddesinde hüküm altına alınmıştır.” (http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/2150/22286.pdf)
İlk defa 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 9. maddesinde tutuklulukla ilişkili olarak “Her insan, suçlu olduğu bildirilinceye kadar suçsuz sayılacağından…” diye başlayıp devam eden cümlede masumiyet karinesi anlatılmaktadır. Asıl anlatmak istediğimiz mesele de budur. Ülkemizde tutuklu sayısı gittikçe artıyor. Şayet bu anayasal hakkın gereği yerine getirilmiş olsa insanlar ailesini, işini, itibarını ve hürriyetini kaybetmez!
Bu karine, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (m. 11/1) ve 1950 tarihli İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde de (İHAS) (m. 6/2)7 yerini almıştır. Türkiye, gerek 1948 tarihli Bildirge’ye gerekse 1950 tarihli Sözleşme’ye taraftır. Diğer taraftan karine, 1982 Anayasası’nın 38. maddesinin 4. fıkrasında “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz” şeklinde yerini almış bulunmaktadır.
Devlet aygıtının doğru dürüst işleyebilmesi için devleti oluşturan tüm çarkların birbirini desteklemesi esastır. Bu çarklardan biri tersine dönerse tüm mekanizma bozulur ve sistem çöker. Herkes bir yargıcın huzuruna çıkabilir. Burada suç işlemek veya bir suçla itham edilmekten ziyade yargılama sürecindeki “adil yargılanma hakkı” dediğimiz hakkın teslim edilmesine dikkat etmek gerekir.
Bu temel hakka ülkemizde uyuluyor mu, tam bilmiyoruz. Ancak yargılamalara ait esas ve usullere çok da riayet edilmediğini duyuyor ve görüyoruz. Yargıya ait iş yükümüz hayli fazla. Dağ gibi dosyaların olduğunu bu çevrelerden duyuyoruz. Böyle bir ortamda yargılama sürelerinin uzadığını, bazı dosyaların zaman aşımına uğradığını, azamî tutukluluk sürelerinin aşılmasına rağmen dosyaların sonuçlandırılamadığını görüyoruz. Bu şu demek oluyor: adâlet gecikiyor!
Evet, adâletin geciktiği gerçeğini kimse reddedemez! Geciken adâletin de adâlet olmadığını herkes bilir. Hem gecikme hem de “masumiyet karinesi” bağlamında yargılamaları değerlendirdiğimizde karnemizin sıkıntılı olduğunu hemen herkes yaşadığı tecrübelerle söylemektedir.
Örneğin 28 Şubat döneminde mahkûmiyet kararı verilen ancak yeniden yargılama talebiyle hâkimin karşısına çıksa aklanacak kişilerin olduğunu hukukçular tartışmaktadır. Kaldı ki 28 Şubat dönemi hâkimleri, generallerden talimat ve brifing alarak hüküm vermişlerdi.
Hukuk devleti anlayışının doğal bir sonucu olan masumiyet karinesine göre, suçlu sayılmamanın diğer anlamı masum sayılmaktır. Adâlet herkese lazım. Cumhurbaşkanı’mıza okuduğu şiir sebebiyle “Muhtar bile olamaz!” demişlerdi. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenler unutmamalı ki o yılan bir gün sizi de sokar! Aksi halde masumların ahını alır ve hakkını veremezsek çökeriz!