Mart ayı
Bütün bu olup
bitenlere, dünyanın tadının kaçmasına, hayat ile aramıza giren sayısız uyuşuk
mayışık maniaya rağmen kaşla göz arasında Mart ayı cemrelerin araladığı kapıdan
içeri girdi, içimizi ısıttı, yolu yarılamakla kalmadı, hızlıca nisana doğru
ilerliyor. Ben Mart ayının gelişini, çocukluğumda babamın üzüm bağı budaması
vesilesiyle bilirdim. Eriyen karlar saçaklardan aşağı şıpır şıpır dökülmeye
başlar, dereler coşkuyla akar, dağ tepe uykudan uyanır, çimenler göğü selamlar,
geride kalan bütün o ölümcül göstergeler yerini tazeliğe bırakırdı. Babamsa daha
Mart’ın ilk günlerinde heyecanlanır, göğe bakar, gururla, istekle, hevesle
“Budama vakti geldi” derdi. Bağ budaması, asmanın kış boyu kuruyan, suyunu
yitiren, oduna dönüşen çubuklarının kesilip onun yerine yenilerinin gelmesini
sağlayan keskin bir müdahaledir. Bahara, özellikle Mart ayına özgü bu müdahala
olmadığında bağ bakımsız kalır, birkaç yıla da tazeliğini yitirerek sıradan bir
bitkiye dönüşür ve üzüm vermez. Mart ayı bu sebepten, çocukluğum için insanın
doğaya müdahalesi, onunla yeniden buluşarak ondaki eskiyen tarafları atması,
onun yerine yeni fışkınların atmasına yönelik iştahlı bir çabayı ifade eder.
Elbette eski kışlar göz önüne alınınca karların erimeye başlaması, üzerindeki
bu yükünü atan derelerin çağlamaya başlaması, insanların evlerinin içinden
çıkarak eşiklere sandalye çekmesi, bazı günler ne vakittir özlenen koyu mavi
göğün iştahla seyredilmesi, özellikle bademlerin, o kuru çubukların sağından
solundan beyaz-pembe çiçekler çıkarması gibi hepsi birbirinden coşkulu sayısız
çağrışıma da açık. Aslında, bir bakıma kışın başlangıcıyla kendi içine, inine,
kozasına çekilmiş insanın Mart’ın daha ilk günleriyle birlikte kabuğunu
çatlatarak yeniden dışarı çıkması, hayatla buluşması, hayata karışması demek
bütün bunların anlamı. Zaten kolektif şuurda, bütün kültürlerde ve
coğrafyalarda Mart deyince yeniden doğuşun algılanmasının sebepleri de bu
benzeri çağıltılardır.
Bütün bunlar çok
kıymetli elbette. Mart doğudan batıya, güneyden kuzeye her kültüre belli
düzeyde bir ilham veriyor ve insanlar onunla iyi duygular arasında bağ
kuruyorlar. Ancak Mart ayının özellikle tarihimiz açısından başka bazı
kıymetleri de var. Bu bakımdan baharın, dirilişin, yeniden doğuşun, tazeliğin
müjdecisi bu ay sadece getirdiği yeşertiyle, yağmurla yaşla, bereketle,
canlılıkla değil tarihimizin şahit olduğu güzel günleri yeniden hatırlatmayla
da müşerref. Sonradan uydurulan ve kapitalizmin tüketimi kışkırtma misyonuyla
donatılmış dünya kadınlar günü bir tarafa bırakılırsa Mart ayı aynı zamanda
özgürlük ve bağımsızlığımızın simgesi olan İstiklal Marşı’nın kabulünün ve 18
Mart Çanakkale Zaferi’nin de birleştiği, yan yana geldiği, iç içe geçtiği bir
mahfile dönüştü.
Geçtiğimiz
hafta, 12 Mart’ta İstiklal Marşı’mızın yıldönümü vesilesiyle Modernleşme ve
Mehmet Akif adlı bir konferans verdim. İstiklal Marşı şairinin, memleketin o
karanlık günlerinde nasıl da şehir şehir, belde belde dolaşıp işgalcilere karşı
milli direnişi organize ettiğini, sözleriyle insanın kalbini titreterek
ayaklarına güç verdiğini söyledim. Yani bir anlamda, çağının kötülüklerinin
sanığı zaten olmadığını, tanığı olmayı da reddettiğini, kötülüğe karşı sözde
kınamaların hiçbir anlamı bulunmadığını söylemenin simgesi olabileceğini ifade
ettim. O, dedim çağının kötülüklerine tanık olmanın sanığı olmaktan hiçbir
farkı bulunmadığını söyledi bize. Ve elbette, bu ayda, bu Ramazan ayında
açlıkla susuzlukla değil, organize bir ordunun, yeryüzündeki en büyük terörist
devlet organizasyonunun bütün imkanları seferber edilerek yok etmeye çalıştığı
Filistin’de, ölümle imtihan edilen kardeşlerine büyük bir aymazlıkla,
riyakarlıkla sadece ‘kınama gönderen’ bugünkü liderlerini de hatırlatma gereği
duydum. Türkiye için o gün Sevr Antlaşması ne ise kaşla göz arasında şehirleri
(Kudüs) başkalarının başkenti yapılan, evlerinden, bahçelerinden, baharlarından
olan Filistinliler için de İsrail katliamı bugün odur. O gün dünyanın dörtbir yanındaki
inanmış insanlar sadece dua etmekle yetinmediler, ülkemizi paylaşmaya gelen
düşmanlara sadece kınama yollamadılar ama aynı zamanda ellerine silah alıp
savaşmaya gittiler, olmadı, ellerinde avuçlarında ne varsa toplayıp Milli
Mücadele’ye maddi destek sundular. Bugünse, onun çok daha ötesinde bir işgale, dünyanın
gelmiş geçmiş en büyük soykırımına maruz kalan Filistinliler için hiçbir devlet
görünür tek bir yardımda bulunmuyor. Filistin’e en büyük yakınlığı duyduğunu
söyleyen, onun hamisi olduğunu ifade eden çevreler bile askeri-siyasi-ekonomik
ilişkilerini askıya almıyor. Ve bütün bunlar, yeniden doğuşun simgesi olan Mart
ayında, oruçla birleşen Mart ayında, İstiklal Marşımızın kabulünün yıldönümünü
sinesinde barındıran Mart ayında, dünyanın organize kötülüğüne tarihin en büyük
cevaplarından birini verdiğimiz Çanakkale Zaferi’nin de içinde barındığı Mart
ayında oluyor. Öyle sanıyorum ki bugün tek bir Mehmet Akif’imiz olsa, kelebek
etkisiyle en azından Türkiye’den başlayarak dünyaya dalga dalga yayılan bir
direniş hikayesi yazılırdı ve bu tek kişinin başlattığı hareket zalimleri
bulunduğu yere kilitlemeye yeterdi.
Bağ budamasına
gelince; budama esnasında, bazen ansızın bardaktan boşanırcasına ağır yağmurlar
yağar, tarlayı su basar, budamaya günlerce ara verilirdi. Tarla bir başından
ötekine dizboyu çamura belenir, budanmanın önüne sayısız engel çıkar ama o adam
yine de umutsuzluğa kapılmaz, günün açmasını sabırla bekler, vakit gelince de
yeniden işinin başına döner, başladığını bitirirdi. Babamın içindeki umut, bir
gün mutlaka güneşin çıkacağı, çamuru kurutacağı ve budamanın yeniden
başlayacağı umudu hep diri kalır, gözlerinde ışık hiç sönmez, geri çekilmezdi.
Zaten onu o yapan da bu pes etmeyen kişiliği olsa gerek. Kim bilir, belki de
durum, Filistin için de böyledir. Kim bilir, belki bir gün Filistin’e de bahar
gelir, gün açar, asmalar budanır, gözlerden filizler fışkırır, bahar bahçe olur
Mart ayı onlar için de. Ama o gün geldiğinde biz hala biz olarak kalır mıyız,
insanlığımız hala olduğu yerde duruyor olur mu, karakterimizin üzerine örtülen
çamurları bir merhamet yağmuru alır götürür mü bilinmez.